Rame uyandığında kolları ve bacakları bir sedir ağacına bağlanmış, yerde oturuyordu. Ne kadar süredir orada oturuyor, ne vakittir baygındı hatırlamıyordu fakat epey acıkmış ve susamış olduğundan bir günü geçtiğini kestirebilmişti bu baygınlık halinin. Son hatırladığı şey eline giren bir dal parçası olmuştu. Ellerini kontrol ettiğinde kanın kuruduğunu ve yaranın iyice derinleştiğini gördü. Etrafa bakındı bir süre, sanki canlı bir şeyler aranıyordu bu ıssız ormanda yalnız olmadığını bilmek adına. Ses soluk yoktu fakat bir kuş sesi geliyordu usuldan. Kestiremedi hangi kuş cinsi olduğunu, onun da en az kendisi kadar acı zarfında çığırdığını düşündü. Halatları çözmenin bir yolu olmalıydı, bir gün uzunca bir süreydi kızı Male'den ayrı kalmak için. Doğrulmaya çabaladığı an fark etti bacaklarındaki taze kanı. Morlukların içinde bir deliğe rastladı, hafif çürümüş gibiydi ve hareketleri zedelemiş olacak ki çürük etlerden taze kanlar fışkırıyordu. Boynuna doladığı şalı çıkartıp bastırdı fışkıran bölgeye, bir kere daha bayılmak son isteyeceği şeylerdendi. Halatları gevşetmeye çabaladıkça daha da acıyordu canı ve sanki kuş da acısına eşlik edercesine daha yüksek notalardan bağırıyordu. Dileği bir canlıya rastlamak ve ondan güç alarak toparlanmaktı fakat ıssızlığın ortasında bir böcek bile yanaşmamıştı ona. Belki ses çıkartmalıydı diye umarak inlemeye başladı yardım yakarışları içerisinde. Yorulmuş olacak çok uzun sürmedi yakarışları. Tanrılar işitmez biz değersiz insanların acılarını ama yerin altı pek bir mühimser kanımca yakarışları. Cehennem azabına eşlik eden dünya ruhlarını duyduğunda yanlarına gitmeden edemez yeraltı canlıları. Cehennemdeki nymphlerden biri işitmiş olacak ki inlemelerini, belirdi sedir ağacının tam karşısında bütün bir haşmeti ile. Rame ilk defa bir yeraltı nymphi görüyor, ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. İnlemeleri kesti ve yalnızca nymphi seyre daldı, pek bir güzeldi. Yanlışlıkla yolu yer altına düşmüş olmalı diye geçirse de içinden yine de korku seviyesi engel oluyordu ağzından tek kelime çıkartmaya. Bazen böyledir, bilmek eyleminin yokluğu korku doğurur insanda ve ağzının salyasını akıtır karanlıklar. Öyle bi hiçlikteydi ki Rame, karşısına hangi tanrı çıksa suratına tükürecekti. Nymph önce biraz dolaştı yabancının etrafında, inlemeleri yerini anlamsız bir surata bırakırken o da dolaşmayı kesti. Yabancıya yaklaştı ve suratını dayadı kusursuz suratına. Rame ilk defa bu kadar yakın oluyordu bir nymph ile fakat kafasını çevirecek mecali yok gibiydi. Memnun bile kalmıştı bu özel anı yaşadığı için. Suratlarını birbirine değdirirken bir beşikte misali sallanıyorlardı. Rame bir insandı ve hafızası kısıtlıydı. Fakat o an annesinin karnında doğum öncesi yüzdüğü sıvıyı, göbek bağına kadar anımsıyordu. Gözündeki görüntüler annesinin kucağında açlıktan zırlayan fakat bir o kadar da huzurlu, bebeklik zamanlarına kaymıştı. En son kadraj annesinin onu beşiğinde bırakıp eline tutuşturduğu mektup ile sonlanıyordu. Gözlerini açtığında nymphin suratını bir an için annesi sandı ve irkildi. Tatlı nymph irkilen Rame'in ellerinden tuttu. Suratları hâlâ birbirine yapışık da olsa, sallanmayı bırakmışlardı ve yalnızca gözleri gözlerindeydi. Nymph biraz geri çekilerek boşta olan elini açtı. Bir toz bulutu içerisinde kıpkırmızı bir duman ve ardından yavaş yavaş oluşumunu seyredebildiği bir mektup peydah oldu. Simsiyah lekeleri olan, yangına direnmiş bir mektup gördü karşısında. Nymph mektubu eline iliştirdi Rame'in ve kollarını kollarına sardı. Sarılıyor gibi görünse de halatı tek hamlede çözmüş ve Rame'in kulağına bir ilahi fısıldıyordu,
"Dağlarda bir ceylan derisi yüzülmüş
Annesiz kalmış tüm çiçekler, solmuş
Capreae in montibus çok yalnızmış
Capreae in montibus çok ürkekmiş"
Geleneksel Haworthia Fasciata ilahilerinden biriydi bu ve bir yeraltı nymphinin bu ilahiye bu kadar hâkim oluşu korkutmuştu Rame'i. Haworthia Fasciata, yılan derisi çiçeği ile aynı ismi taşıyan Rame ve kızı Male ile birlikte yaşadıkları köyün ismiydi. Geleneklerine epey bağlı olan bu köyde, ritüllerinden biri yeni doğan çocuğa bu ilahinin fısıldanması ve adak olarak babanın bileğini kesmesiydi. Otomatik bir davranış olarak elinde mektup olmayan bileğini dişlemeye başladı Rame. Yeraltı nymphi ona yardım etmek için eline bir kemik testeresi iliştirdi. Epey yüksek sıcaklıkta dövülmüş olmalıydı ki testerenin aldığı şeklin üzerine işlenmiş, köylerinde yine geleneksel olarak kötü şans getirdiğine inanılan bir bayağı şakrak kuşu figürü vardı. Küçükken Rame'i annesi şakrak kuşu sesi çıkartarak uyuturdu. Kızı Male'i ormanda bulduğu zaman üşümesin diye ona bu figürle doldurduğu kot bir ceket işlemişti. Eline aldığı kemik testeresi ile bileğini kesmeye çabaladı ritüeli tamamlamak adına. Bacağındaki deliği kapatmak için sarılmış şal engel oldu doğrulmasına. Yapıştı yere ve yeniden büyük bir hınçla bileğinden kan akıtmaya çabaladı. Yepyeni olduğu bariz testere, etlerini keserken körleşiyordu sanki. Keskin olmasa da başarmıştı sonunda kanını akıtmayı. Sanki karşısında bir nymph yokmuş da bir bebek varmış misali kanını özenle suratına damlattı bacağındaki deliğe rağmen doğrularak Rame. Nymphin yanağına sulu bir öpücük kondurdu ve kulağına eğilerek "Male" dedi istemsizce, "Benim biricik kızım Male. Binlerce lanet olsun bu kanın peşindeki barbarlara ve binlerce lanet olsun bu kanı akıtan tanrılara."
Tanrılar duymuş olacak lanetlerini, şimşekler çaktı ve toprak yerinden oynadı. Dengesini kaybeden Rame elindeki işlenmiş kemik testeresini toprağa düşürür düşürmez yok oldu testere. Nymph öyle sessiz seyrediyordu ki olanları, bu sessizliği bozmak istese de yalnızca "Yorgunum." diyebildi Rame. Yeraltı nymphi yanaklarındaki kanı sildi ve yalamak istedi eline bulaştırdığı kanı. Tadına baktığı metali andıran kan yüzünü buruşturmasına sebep oldu. Rame'i uyarırcasına upuzun parmaklarını sedir ağacının en tepesine konmuş bayağı şakrak kuşuna yöneltti, ardından var olduğu şekilde ansızın yok oluverdi. Yerle münasebetini iyice artırmış olan Rame elindeki mektubu sımsıkı sıktı, kayıp düşerek yok olmasından korkarak. Nymph yok olduğu an merakına engel olamayarak önce şalını ikiye ayırdı, ardından bacağını ve kanayan bileğini güzelce sardı. Elinde sımsıkı tuttuğu mektubu açmalıydı. Mektubu açmak için bir hamle yaptığında mektup alev almasına rağmen Rame'in alevden elleri yanmıyordu. Mektup yine kıpkırmızı bir duman ve alev içerisinde yavaş yavaş bir Phlomis chimerae yani kemer cablası çiçeğine dönüştü. Nadir bir adaçayı türüydü bu çiçek. Lokal endemik bitkilerinden olan bu çiçek halbuki floral alanda zengin olan Haworthia Fasciata'da yine doğası gereği yetişemezdi. Elindeki çiçekle ne yapması gerektiğinden, niçin bu nymphin ona uğradığından, ona olan davranışlarından bihaber bir hâlde çiçeği de cebine saklayarak köyüne dönmeyi planladı kafasında. Şakrak kuşu Rame ayağa kalkar kalkmaz hareketlenerek yere yakın uçmaya başladı. Rame korkuyor da olsa bu kuşun ona kötü şans getirdiğine şiddetle karşı çıkıyordu. Şakrak kuşunu takip etmeye başladı aksak bacağı ile. Acısını içinden atmak için arada inliyor, şakrak kuşu inlemelerine eşlik ediyordu. Tahminlerine göre köyün yakınlarındaki ormanda kaybolmuştu ve halüsinasyonlar görüyordu. Dere yakınlarında olmalıydı, sedir killi ve kumlu yer severdi. Kavak ağaçlarını görmeye başladığında dereye yaklaştığını anlamıştı. Dereyi aştığında köyüne ulaşacak olmalıydı. Yabani naneler ile karşılaştı öncelikle, birkaç tane toplayıp cebine yerleştirdi. Adi salkım otu görmeye başladığı vakit dereye çok yakın olduğunu anlayarak yakınlardaki kiraz ağacının tomurcuklarından topladı bir miktar.
Zıplayacaktı neredeyse sevinçten bacağına rağmen. Şakrak kuşuna minnettarlığını göstermek adına cebindeki tomurcukları yere bırakmıştı. Derenin üzerinde ufak asma bir köprü bulunurdu, bir miktar yürüdükten sonra köprüye ulaştı. Soğuk bir iklimi olmamasına karşın üşümeye alışık değildi Rame ve sözgelişi ıslanmayı istemiyordu dereden geçerken. Köprünün önünde yığılı çakıltaşları ve orta değerdeki oniks taşlarına denk geldi. Simsiyah oniksler açgözlülüğünü boyamış olacak ki ceplerine doldurmaya başladı düşünmeden inatla. Tanrılar ondan çalsın istemiyordu bu değersiz taşları, ona olan nefretlerinden ötürü. Bu sebeple olacak ki ceplerine sokmuştu ellerini ve sımsıkı tutuyordu taşları. Tahtadan olan köprü tanrılar onu kutsamış gibi yıllardır hiç aşınmamış, yıpranma belirtisi bile göstermemişti onca yağmura karşın. Köprüye adımını atar atmaz tam karşıdan geçen bir tavşan gördü. Ne vakit tavşan görse yaşayamadığı aşkı gelirdi aklına Rame'in. Yıllar evvel tanıştığı ve çok kısa süren bir serüveni vardı Rame'in. Tanrıça gibi bir kadınla yine bu ormanda karşılaşmış ve kaosun tadına tam burada bakmıştı. Zerrişte saçları ve görkemli bir suratı vardı anımsadığı kadarıyla fakat asıl aşık olduğu onunla geçirdiği ihtişamlı vakitlerdi. Öyle rastgele tanışmışlardı ki, kaosun ve rastgeleliğin verdiği hürriyet hissiyatı diyalekti olarak sanki tanrılar bu hisleri planlamışcasına bir paranoyaya sürüklüyordu Rame'i. Gerçekten irade hürriyeti onda mıydı, yoksa yaptığı tüm seçimler intihap edilemezliğe mi bürünmüştü bilemiyordu. İnsan gerçek manada hür olmayı istiyor muydu bunu da bilmiyordu. Ayrılık ve başkalıklar tanrıların mı ellerindeydi? Tanrıça güzelliğinin kılıcından akıp gelen bu kadın ondan seçimleri dolayısı ile ayrılmıştı. Gözlerini sımsıkı kapatarak karanlığın içerisinde bembeyaz silüetini hayal etti önce. İlkin ilahi suratını çizdi detaylı bir şekilde kafasında, aldatıcı ve okşayıcı vücudunu tasarladı sonra düşünde. Anımsadığı şeyler kısıtlıydı bu kadına dair lakin o tanrıçayı resmetmek yıllar boyu kendisini insanlardan uzak bir yere aç bir halde kapatarak yalnızca elindeki müzik aletine odaklanmış şekilde can veren müzisyen bir keşiş gibi, kafese kapatılarak yıpranmış ve eski güzelliğini yitirmiş bir anka kuşu gibi, şarap mahzeninde intihar etmiş bir kadın gibi, bilinmeyen diyarlardan getirilmiş bir meyvenin tadına bakan bir padişah gibi hissettiriyordu. Kaçmak istemedi bu defa hislerinden ve seçimini bu tanrıçayı düşlemek üzerine kullandı her ne kadar ızdırap verse de. Evet, belki de Rame evine çok yakınlaşmıştı bu köprü sayesinde fakat evindeyken bile evinde hissetmiyordu bu tanrıça ile tanıştıktan sonra. Bu kadın ona evinde hissetmek nasıl bir şey onu öğretmiş, Adem'in Habil öldükten sonra nasıl tenhada kaldığı hususunu birebir tattırmıştı. Adem nasıl hiçlikle bağdaşmış ise gökyüzündeki kızıllık da çığlıkları ile mutabıktı bu adamın. Ahmaklıkları bitmiyor, gözlerini açmak istemiyordu. Farzı misal değiştirebilir miydi yıllar evvel, onu tanıştığı gün terk eden kadını bilgisizdi. Lakin asla unutmayacaktı münzevi öpüşlerini ve kaosun bıraktığı tadını. Tanrıçanın kanında kaos vardı, öyle rastgele bir atlayıştı, bir bıçak vasıtası ile diline değmişti kanı. Her zaman ve her yerde bulunacak, düşlerini süsleyecekti yine bakışları. Ne methiyeler düzmüştü ardından, tanrılar görse yüzüne tükürürdü. Yıllar evvel av için evden ayrıldıktan sonra müthiş güzellikte ve upuzun kirpiklere sahip, diğer geyiklerin gıpta edeceği bir karacaya denk gelmişti Rame. Halbuki yaşadığı coğrafyada epey karaca bulunurdu, pek önemsememesi gerekirdi bu kaçışı lakin Rame manasız bir başarısızlık hissiyatına kapılmıştı. Bu hislerle uçuruma kadar gelmişken ağaçların ardından parlayan bir tanrıça görmüştü. Öyle saf bir şekilde çay demliyordu ki uçurumun ucunda, ölüm o an özlem yaratmıştı Rame'de. Anneler doğurmaya, diyalekti ölümle tanışmaya başlamıştı bu kadının hareketlerinde. Haworthia Fasciata köyünde anneler doğum sonrası ölürlerdi çoğunlukla çölde su bulmak kadar güç olan yiyecek kıtlığından ötürü, yeterli beslenemezlerdi. Çay demlerken öyle odaklıydı ki tanrıça o an anneler doğurmuş ve ölmemiş, savaşlar o an başlamış ve bitmiş, entropi o an çökmüştü maddelerin üzerine. Tüm moleküller o an hareketlenmeye başlamış, kadın giderken ise bütün orman saygı duruşunda misali yaprak dökmeyi kesmiş, kuşlar cıvıldamayı bırakmıştı. Hanenin ve aile olmanın ne demek olduğunu bu kadının kollarında öğrenmişti Rame. "Bu seçim hürriyeti insana kafayı yedirtmez mi?" demişti tanrıça. O an tanrılara tekrar ve tekrar lanet okumuştu Rame. Yenilmişti. Artık biliyordu yıllardır çabaladığı seçim özgürlüğü ona ait değildi bu kadın ile tanışırken. Kaosa duyduğu saygıya rağmen lanetler getirdi "kaderine". Kadına bir taş fırlatmıştı tanışmak için önce, yabanıldı, kendisini belli edecekti göya. Taş kadının semaverini devirdiği vakit yaptığı eylemin mamtıksızlığı kafasına ancak dank edebilmişti. Özürler dileyerek yanaştı kadına ve bir karacayı aradığını belirtti. Kadın soğukkanlı bir şekilde "Bu bilginin karşılığı bende yok fakat ola ki karşılık bulsaydı bile sana söylemezdim. Upuzun kirpikleri olan, sana hiçbir zararı dokunmamış masum bir karacaya durup dururken zarar mı vereceksin?" Rame hiç bu şekilde düşünmemişti, masum muydu avladığı tüm hayvanlar? "Masum olmak nedir?" diye sormuş bulundu gayriafaki. Kadın Rame'in suratını inceledi bir süre ve kafasını hızla çevirerek, "Dünyamızda, yaşadığımız coğrafyada yalnızca sen ve senin ihtiyaçların yoklar. Bambaşka canlılar ile birlikte, bir armoni yaratarak harmoni içerisinde yaşıyorsunuz. Tanrılar seni cezalandıracaklar. Bu uyum hali sebebine rağmen senden çok uzakta ve sana değip dokunmayarak kendi halinde canlılık varlığını sürdürmeye devam eden insanlar, hayvanlar ve daha birçok canlı mevcut. Gücünü kullanarak üstün gelme çabası cezayı hak eder. Suçlu olma halinin aykırısıdır masumiyet. Verdiğin zararın karşılıksızlığıdır." dedi büyük bir sukunet halinde. Bu kadar sakin bir ses tonuna ilk defa denk düşüyordu Rame. Şaşkınlığını gizleyemeyerek ağzını açmaya yeltendi fakat bir süre duraksadı. Düşünmeden konuşmak istemiyordu bu kadına karşı. Sonunda toparlayabilmiş olacak ki cümlelerini, " Fakat bir kıtlık haline ramak kaldı köyümüzde, açlık hakim dört bir yana, Male evde aç. İnsanlar yiyecek için her türlü ahlaksızlığa başvururken yiyeceğimi kendim bulmam kadar senin tabirin ile 'masum' bir başka eylem göremiyorum, üzgünüm. Tanrılar gücenir belki ama kızım Male'in karnı doyar. Tanrılar müdahele etmiyorsa onu doyurmaya, elimden gelen her şeyi ortaya koyarak ben doyururum kızımı." Kadın dökülen çay yapraklarını büyük bir özen ile toparlarken suratından Rame'e hak verdiği okunabiliyordu. Kadın pek bir şey yemediği ve bulduğu tüketilebilir, zehirli olmayan leylak, hibiscus tarzı çiçekleri yiyerek hayatta kalmaya çalıştığı için anlam veremiyordu kıtlığın ne demek olduğuna. Gücünü kullanarak hayatta kalmak zorunda hiç olmamıştı, kaçmak tercihiydi tehlikeden. Bir insanın açlıktan ölebilecek olması onda hissetmediği duygulara sebep olmuştu. Üstelik bir kızı mı vardı bu adamın, sorumluluğunda olduğu bir can vardı. Tüm bunlar kadının içini ısıtmıştı korkudan. Cam kadar şeffaf bir şekilde, "Üzgünüm anlam veremiyorum bu tarz dertlere. Umarım yiyecek sıkıntınızı duyar Tanrılar ve yeniden bereket hâkim olur köyünüze." Rame kadının olduğu yerin yanındaki taşların üzerine oturdu. Kadının samimiyeti onu gözlerinde daha yüce kılmış olacak ki kadına içten bir gülümseme ile yanıt verdi. Kafasını kadının suratından ayıramıyor ve ona dokunabilmek istiyordu yalnızca. Kafasını elleri arasına alarak bulutlara çevirdi bakışlarını, gökyüzü epey açıktı. Çürüyen kızıllık içinden sökülerek gökyüzüne yansımış olmalı diye düşündü. Karşısındaki kızıllık biranda simsiyah bir silüet olarak belli belirsiz bir arkaplana saklandı ve odak tam karşısına geçmiş, yanakları kıpkırmızı kadına dönüşmüştü. "Benimle gel." dedi kadın, öyle davetkar öyle içten bir istekti ki ayakları otomatik davranışlar sergiliyordu Rame'in. Usulca ayağa kalkarak kadını takip etti ve ormana indiler. Her zamanki gibi bayağı şakrak kuşunun sesleri ile doluydu orman. Kadının yanağındaki kırmızılık ve kavak ağaçlarının yeşilliği dışında bir renk algılayamıyordu Rame. Ansızın durdu kadın ve usulca yaklaştı hanımeli çiçeğine. Sarı ve beyaz renklerinin hakim olduğu bu çiçek yalnızca görüntüsü ile değil keskin kokusu ile de epey dikkat çekici bir ihtişamda idi. "Bu çiçek türüne hanımeli denir, epey hızlıca büyür bakma boyutunun küçüklüğüne. Besleyici etleri vardır bak minik meyvelerle doludur içi." Kadın koparttığı çiçeğin içindeki süs meyvelerini uzattı Rame'e. Rame dikkatle inceledi ve bir güzel kokladı kadının elindeki çiçeği. Rame aslında kadının ellerini kokluyordu. "Hem hızlı yetişir, hem besleyicidir hem de çoğalır bu bitki. Bunu dikin bahçenize, büyüyecektir özen gösterirseniz. Sıcağı sever ama soğuğa da çok dayanıklıdır, üşütemezsiniz uğraşsanız bile hanımelini. Kızını bunlarla besleyerek de hayatta kalabilirsin, daha bir sürü çiçek var yiyebileceğiniz." Kadın büyük bir heyecan ile anlatıyordu meramını söz konusu bitkiler olduğunda. Yerinde duramaz bir halde zıplaya zıplaya "Gelsene, diğerlerini de öğreteyim." dedi. Rame ne yaşadığını bilmez bir halde akışa kendisini kaptırma kararı aldı. Kadın daha ismini bile söylememiş olmasına rağmen bir sürü çiçeği öğretmişti bile. Rame kadının bu hâllerini hatırına getirdikçe gözleri doluyordu, onu hep böyle neşeli anımsamayı çok isterdi. Kadının gülüşü tanrısaldı diye ceza görmüştü kadın, biliyordu Rame. Her şeyin suçlusu tanrılardı. Bak bunlar "citrus". Narenciye çiçekleri olarak da geçiyor bunlar, öyle güzel korkar ki meyveleri o aromanın tadını ve kokusunu hep üzerimde taşıyabilseydim keşke." dediği andan itibaren Rame kadını narenciye dışında başka bir koku ile bağdaştıramaz olmuştu. İlk gördükleri citrus, kumkuat meyvesine sahipti. Kumkuatın kabuğunun kokusu devirdiği çaydan gelen kokuya çok benziyor gibiydi bu sebeple sormak ihtiyacı hissetti Rame. "Bu meyve demlediğin çayın içinde var mıydı? Yanına geldiğimde etraf tanrılar şahidim olsun ki böyle kokuyordu." Kadın kocaman gülümsedi ve attı bütün bir meyveyi ağzına. Rame de taklit etmek istedi kadını ve kabuğunu soymadan attı meyveyi ağzına. Hiç bekletmeden suratını ekşiterek ve iğrenir reaksiyonlar göstermeye başladı kontrolsüzce. "Bu iğrenç." diyebildi sadece ve cümlesini tamamlayamadı kadın kendisini kötü hissetmesin diye. Kadın gülümseyerek kabuğunun tadının farklı olacağını, narenciye meyvelerinin kabukları soyulduğu vakit asıl tadının çıkacağını anlattı. Kadının bitkilere ve meyvelere olan bu hâkimiyeti ve tutkusu Rame'i git gide daha fazla bağımlı bir hâle getiriyordu bu kadına. Kadınsa ilginç bir güç görmüştü Rame'in içerisinde. Hayran kaldığı türlerinden biri gibi yavaş ve beslendikçe daha gür büyüyen bir ağaca benzetmişti Rame'i. "Az ileride portakal var daha az ekşidir, siz hangi köydesiniz? Genel olarak narenciye uyar buraların havasına, hızlıca yetişir sıcakta." dedi kadın. Bunun üzerine Rame gizliliğini koruma içgüdüsüne büründü. Kızı Male için daha evvelden çok defa yalan söylediğinden dolayı alışıktı yalana bünyesi, yine kızı için, "Yakınlarda değiliz biz, dağların ardındaki kırsaldaki Bruna björnar köyündeyiz bu yılki kanin månad şenliğinin olacağı yer. Uzak değildir Bruna ama o dağları aşmak zorlar beni, yolluk lazım bu sebeple." diyerek bir yalan daha söylemişti. Yalan söylemiş olmakla gurur duymasa da kızı Male'in gizliliği her şeye kadirdi, tanrıça da olsa tehlikeli olabilirdi.
Biraz yürüdükten sonra portakal ağacı buldular ve kadın yine büyük bir iştahla narenciye meyvelerini, nerede yetiştiklerini, ne kadar beslenmeye ihtiyaçları olduğunu anlattı tek tek. Rame dinliyor olsa da kafası karışmış ve endişe içerisindeydi bu kadına karşı. Öyle bir endişe ki, kadını bir daha göremeyeceğini seziyor gibiydi inceden. Kadının lafını keserek "Bir daha görmek istiyorum seni, şenliğe gel." diyebildi. Aklına yapılacak şenlik dışında bir teklif gelmemekle birlikte kadını bırakamayacağına da emindi. Kadın sessizleşti ve suratı düştü. Biranda ciddi hallere bürünerek Rame'in eline bir kumkuat tutuşturdu. "Götür bunu kızına, güzel besle. Ağaç ve bitki yetiştirmeye çalışmak köyünüze bereket getirecektir, her gün sevgi cümleleri söyle ki bitkilere kolaylıkla yetişsinler. Benim yola çıkma vaktim geldi, sen de geceye kalırsın git artık." dedi. Kadın sessizliğini epey bozmuş olmaktan ve kendini tanımadığı birine sunmuş olmaktan çok utanmıştı bir anda. Pişmanlık hissi hareketlerinden de anlaşılıyordu, ellerini koyacak yer bulamamıştı. Sesi titriyordu konuşurken ve git derken. Kadın gitmesini istemiyor olmasına rağmen adamın yalan söylediğini çoktan anlamıştı. Bruna köyünde yaşayan kendisiydi ve köyde yaşayan her canlıyı bilirdi. Bu yılki şenliklerde adak olacak olan kadın kendisiydi. Lakin bu adam Björnar adetlerine bile hakim değildi ki bir evlat edinebilmeyi ve onu güzelce saklayabilmeyi gerçekleştirilebilir bir eylem olarak sayıyordu. Hayal kırıklığına uğramamıştı, kızını korumak için yaptığına emindi. Adamı daha fazla başarısız hissettirmek istemese de yalan bu kadının bıktığı ve hayatında görmeyi isteyeceği son kaostu. Cebinden bir çakı çıkarttı ve bileklerini kesti, adamın suratına uzattı. Akan kanı yalamasını bekledi kulaklarına veda cümleleri fısıldamak için. Bjönar köyünün geleneksel ağıtını mırıldanmaya başladı önce. Kanamayan elini adamın omuzlarına iliştirdi. Ardından okşadı parmakları ile boynunu. Gözlerini sımsıkı tuttu.
"Bu dağlarda veda etmeli bozguna ki,
Etlerini yiyen kurtlar etrafta.
Dünyanın bu dertleri ve kederleri,
Mavi elbiseli bir kadının sırtında."
Rame kızını buldu.
Adam şaşkınlık içinde kadına bakarken, bir an için gerçekliği sorguladı. Gözlerindeki bu kadının gerçekten bir tanrıça mı olduğunu düşündü. Ama kanayan bileğini ve acıyla sıkıca tuttuğu elini gördüğünde, gerçekliğin acımasız yüzüyle yüzleşti. Kanı akıyordu bu tanrıçanın.
"Ne yapıyorsunuz?" diye sordu Rame, korku ve endişeyle titreyen bir sesle.
Kadın, kanayan bilekleriyle hala ona bakan bir gülümsemeyle cevapladı. "Tanrılar sana lanet olsun dememiş miydin? İşte, dileğin yerine geliyor."
Ölüyor muydu?
Rame şaşkınlıkla geri çekildi, kadının hareketlerini anlamaya çalışırken kalbinin hızla attığını hissetti. Kadının söyledikleri ve yaptıkları ona korku, üzüntü dolu bir karmaşa yaşatıyordu.
Kadın, kanayan bilekleriyle tekrar Rame'in elini tuttu ve ona yaklaştı. "Ben adak olarak ölüyorum, Rame. Tanrılarımızın isteği buymuş. Ama sen, senin kızının yaşaması için savaşmalısın. Ona hayat vermek senin görevindir."
Rame'in gözleri yaşla doldu ve içini derin bir hüzün kapladı. Kadının yüzündeki acıyı ve fedakarlığı gördükçe, içindeki öfke ve lanetler yavaşça yerini derin bir üzüntüye bıraktı. Sessizleşme sırası Rame'deydi fakat kendisini soru sormaktan alıkoyamadı.
"Bana nasıl yardım edebilirim? Ne yapmalıyım?" diye sordu. Sesi kırılgan ve titrek çıkmıştı.
Kadın, son nefeslerini verirken güçlü bir şekilde konuştu. "Git, kızını bul ve onu koru. Yaşamak için savaş. Hayat zaten zor, kızını koruman gerekiyor. Lanetlerinle boğuş, ama kızının umuduyla ayakta kal."
Rame, kadının son sözlerini kulağında çınlatırken gözyaşları sel oldu. Korku ve acı dolu bir kalple, kızını bulmak için yola düştü. Tanrıların lanetlediği bu kaderle savaşmak için gücünü topladı ve son bir kez kadına baktı.
"Binlerce lanet olsun bu kanın peşindeki barbarlara ve binlerce lanet olsun bu kanı akıtan tanrılara!" diye haykırdı Rame, gökyüzüne doğru yumruğunu sıkarak.
Kadın, son kez Rame'in gözlerine baktı ve sessizce gözlerini kapattı. Rame ise yüreğindeki öfke ve umutla yürümeye devam etti.
Yol boyunca Rame'in içinde karmaşık duygular birbirine dolandı. Geçmişteki anıları, kadınla yaşadığı o kısa ama yoğun serüveni ve kızının yüzünü düşündü. Kızı için her şeyi yapmaya kararlıydı. Ona ulaşmalı, korumalı ve en önemlisi onu yaşatmalıydı. Çoktan verilmiş bir sözü vardı, çoktan üstlendiği bir laneti olduğu gibi.
Sonunda, Rame kızının yanına ulaştı. Yıllar süren bir arayışın ardından kızını görmek, ona sarılmak ve onun güvende olduğunu hissetmek Rame'e büyük bir huzur verdi.
Rame, kızına sarılarak, "Binlerce lanet olsun bu kanın peşindeki barbarlara ve binlerce lanet olsun bu kanı akıtan tanrılara! Ama senin yanındayım, kızım. Senin için savaşacağım, umudunla ayakta kalacağım. Seninle birlikte güçlü olacağız çünkü sen benim biriciğimsin."
Kızı Rame'in sıcak kollarında huzur buldu.
Ve böylece, Rame ve kızı yaşamlarını birleştirdi, birlikte geçmişteki acıları geride bıraktılar lakin hiç unutmadılar. Aşk ve umutla dolu bir geleceğe doğru adımlarını attılar, kadının fedakarlığı ve Rame'in güçlü iradesiyle birlikte sonsuzluğa koşuşlar hız kesmedi.
Hiçbir zaman unutulmayacaktı mavi elbiseli, isimsiz kadın. Her kanat çırptığında hissedecekti Rame meleğinin yakınlaştığını.