21 Haziran 2025 Cumartesi

#hep dudaklarımı parçalıyorum

Bir rüya gördüm bugün.
18 Şubat, salı. 
Yıl önemsiz, saat de yerinde durmuyor zaten. 
Sıcak bi suyun içinde, kavrulan etlerimden buharlar yükseliyordu. Aldırış etmiyordum, canım acıyor mu fark etmiyordum. Köşede duran bi silüet bana, "Buradan çıkmak ister misin?" diye sordu. Rasyonalite tam olarak bu arzu ve isteklerden kaynaklanıyor olmalıydı doğal şartlarda. 
"Hayır." şeklinde yanıtlamıştım bu soruyu. 
"İstediğin nedir de buradasın?"
Bir rasyonel alt yapıya oturtmaya çalışıyordu çektiğim acının sebebini. 
Ona şeker ambalajı uzattım ve şeker adasının haritasını verdim. 

Runo

#Runo
Sun, 25 May
Fince bilmem ki ben. 


<--! Bu yazı romanımın üçüncü fasılına adanmıştır. Hyvää katselua! -->

Kendine duyduğun saygı evresindeyim, benlik saygısı. Sınır çizmeyi bilmek manasında olduğunu, bunun pek de kötücül olmadığını kavradığım bir noktadayım. Suçluluklarımdan sıyrılmış olmalıyım. İçsel onur sistemimin kırılganlığını yine onurumla onardım. 

Fakat Sofokles seni, ve mütemadiyen beni anlatmıştı hikayesinde çoktan. Biz özgün bi hikaye değiliz seninle. Ondan evvel melekler çizmişti yürüdüğümüz yolları bir kağıda. Bomboş bir kağıda, bomboş hislerle. Hesaplamasını yapmıştı ve o bire ulaşamamıştı. Benim sana o yürüyen merdivenlerde poşet taşımayı ertesi sabah hesaplamam kadar saçmaydı. Antigone'da kardeşi öldüğünde töreye uygun bir defin istemiş. <summary> Bu istekse kralın emrine karşı gelmekmiş. </ summary> Yasayı çiğnemekle uğraşmış sonra. Onun beslendiği benlik saygısı, içsel değerleriydi. Benim içsel değerlerim var mı ki? Sığdıramadı ya da geç kaldı. Belki de ben geciktim. Belki de sen çok erken gittin. Kaderin trajik sıralamasıydı, kader var mıydı ki? Dualite yaratıldı, iki yol vardı. Biz seninle meleklerin bizim için çizdiği yolları bıraktık. Birbirimize yaklaştık, dualite bu noktada patlak verdi, bu noktada karmaşıklaştı, bu noktada arzu haline geldik. Lacanvari bir yönden ise “arzu, eksiklikten doğdu”.

Tatmin edilmeyi bekleyen bir arzu değildi, zaten tatminden ibaretti varlıklarımız birbirimiz adına. Kendiliğinden varolan bir tamlık haliydi. İşittin mi hiç bilmem, aşk agonu. Aşk bir meydan okuma nasılsa. Yunanlar kullanır. Runo kelimesi belki de sandığın gibi Türkçe değildir. 
Akıl & kalp dualitesi, belki de yabancı değildir. Apollo olmandan mütevellit ileri geliyordur bu dualite. Apollo kadar dolu, onun kadar Yunan, onun kadar Batılı, bense onun Daphne'si kadar çaresiz. 

Eğer yalnızca kalbimi sınamış olsaydın, bununla baş edebilirdim. Fakat sen yalnızca kalbimi sınamadın. Sen aklımı da sınadın. İşte ben böyle bir savaşta sağ kalamadım. Sokak köpeklerine selam verdim o yokuştan her geçtiğimde. Sana geldiğim yolda, otobüste sığmadı içim içime. Her geçişte başka bir acıyla döndüm o yoldan. Her geçişte başka bir acı çizdin bize. Her geçişte başka bir acıyı hissettirdim kendi kendime. Kötüye kötü ol dedin, bu âlemi gören sendin. 

Her dönüşüm sancılıydı, ayrılmaktı zor olan seninle birleşmek veyahut derinleşmek değil. Hem ne kadar derinleşebilir insan, etim bile sendin. Kolaylıkla anlaşılabiliyordun, kolaylıkla sevilebiliyor hayran bırakılabiliyordun. Kolaylıkla konuşuyordun, seni işitmesi yüceydi bir zamanlar.

Kalbim böylesine severken bağlanmayı, böylesine beklerken yakınlıkları nasıl olur da gezginlere meyleder, acımasızlara, yüreksizlere kapılıp gider anlamıyorum. Gizli bir mesaj bu aramızda yüreğimle, bir çeşit isyan etme şeklimiz. Birnevi hayatın tiksinçliği karşısında kusma şeklimiz. Korkakların peşinden koşmayı görev bilmişiz onunla, yeniden inşaa edeceğim demiş durmuşuz. Halbuki inşaa edilen sevgi olmalıydı, aşk inşaa edilemezdi. Dargın, kırgın değiliz birbirimize. Kendime eziyet etmiyorum saatlerce bir yudumsuz yürüyerek. Artık değil, korkakların peşine düşmüyorum. Düşecek gibi olursam bileklerimi sıkıyorum. Zaten ben sıkmasam yüreğim sızlıyor. 
'Birbirini seven iki insan' ne demekti ki? İki insan gerçekten birbirini sevebilir miydi? Hep biri daha fazla ya da daha eksik olmaz mıydı? Nasıl yani, insanlar birbirlerini mi seviyorlardı?

İnsanların mutlu olduklarına şahitlik ettim, birbirlerine sevgi duyduklarını işittim, iyi insanların da varolduğu efsanesi de dolanıyordu dillerde. Fakat iki insanın birbirini sevmesi benim literatürümde mümkünsüz gibiydi. Bir hikaye olmazdı aksi takdirde, sevmemeliydiler birbirlerini. Biri sevmeli, diğeri boşvermiş olmalıydı. Değil mi? Klasik bir trajedi. Mutluluk değil hikayeye dönüşen, yıkım. 

Biri kıymet bilmez olduğunda yazılmaz mıydı hikayeler? Sokaklar ancak böyle anlam kazanmaz mıydı, dünya nasıl daha şiirsel olurdu ki? 
#sueno

<head>
 "Acının derinliği, sevginin varlığından haberdar olur."
</head>

Bir mektupluk daha vaktimiz var nasılsa. 
<title>unutulmuş bir gülüş</title>
Hiç varolmamış bir gülüş olsaydı sendeki, benim erdemlerim bu şekilde gelişmeyeceklerdi belki de. İhtimal olacaktın, ihtimalken sen canımı da yakmamış olacaktın. Zamanla değişmeyecektin, ihtimaller güncellenirlerdi belki ama değiştirilmezlerdi. Ne dışsal, ne içsel çökerdik seninle, elbette yürekli olsaydın. 

Kazanmayı da geçtim, seninle kaybetmek bile güçtü. Doğru dürüst yıkılamadık bile seninle. Ayakta kalabilmek için, beni ezmeyi seçtin. 
FILE *delirmek;
//boktan çocukluk hatiralari
delirmek=fopen("delirmek.txt", "r");
fclose(delirmek);

Bir kez kırıldı mı o heves, dönüşü olmuyor.
"Bana her şeyin öğrenilerek yaşanılacağını öğrettiler.  Yaşanılarak öğrenileceğini öğretmediler
 ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu yanlışlara. Normal bir insan olmaya zorladılar,  bana boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da anormal dediler."

Senle biz tutunamayacaktık, tutunamadık da, tutunmamalıydık da. En baştan hata ettik biz seninle. Tek başıma bir tutunma çabasında olsaydım yine böylesi bi zarar görmeyecektim esasında. El uzattın, tutunmaya çalıştın daha kötüsü tutunma potansiyeli gördün. Aslında ne kadar aciziz ikimiz de. Ne kadar aciziz birbirimize ne hissettiğimizi anlatırken. Ne kadar aciziz severken. 
Hiç tanışmasaydık, ben hiç sigara uzatmasaydım, ben hiç tiyatro dersi almasaydım, ben hiç adım atmasaydım o bahçeye. Sen hiç "anla beni" dememiş olsaydın, ben hiç çabalamasaydım kavramaya seni. Olduğun gibi kalacaktın madem, niçin eleştirdim ben seni? Gidecektin madem, niçin açıkladın kendini?

Umutlar küçüldüğünde, hayal kırıklıkları da baş göstermez sanıyordum. Umutlar küçülmezlermiş, umut varsa hep aynı tazeliğindeymiş. Acı nüksedermiş, yalnızlık nüksedermiş, kırıklıklar nüksedermiş, canını en çok acıtan kişiyi seçermişsin ama hiç huzur nüksetmezmiş o ise acıtacağını bile bile yine de gidermiş. 

Bazen insan utanır değil mi varlığından, kimliğinden, yarattığı personadan? Bazen insan bir robota dönüşür, değiştirir kimliğini. Yazmak, derdini anlatmak güçleşir. Bilgisayarın makinesi gibi bir gün outputuyla yaşar, öylece bir hiçliği bekler. Elle tutulabilen, fiziksel parçaları epey bir yorulur, CPU runtime'ı epey bir düşüşlere geçer. Benim CPU da işi yarım bıraktı ve kendisini kapattı. Yazılım büyük bi hata ile karşılaştı, sana yazdığım mektuplarla. Tam burada, tam olarak seni beklerken, tam olarak hiçbir şey yapmadan öylece beklerken. 

Senle tutunamadığımızla kaldık, ben kaldım daha doğrusu. Obsesifse nasıl olsa duygular,m delüzyonla sonuçlanmazlar mı? Herkes kadar uyumaz mısın, herkes kadar rüyada değil miyiz? Seninle ben, gerçek bile değiliz. Senin gibi yüksekten bakamıyorum kimseye. Kendince haklısın sen de, sevdiğinden daha iyi olmak istedin sonuçta sen de. Ben de. Sensiz ben de, bensizken sen de. 'Seni tanıdığıma çok sevindim, kendi çapımda.'

Yine de bilmelisin, sana boyun eğmeyeceğim. 

Sana ve sevgiye boyun eğmeyeceğim! Bana en çok zarar veren, en çok hakkımı yiyen, işkencelerimin yegane sebebine ömrümce boyun eğmeyeceğim. Boyun eğmeyeceğim hislerime, boyun eğmeyeceğim beni tanımlayan kişiliğime. 
İnsan yarattığı insandan bile utanç duyabiliyormuş. Her gün yeniden öldürmek zorunda olmak, buna mecbur olmak, her uyandığında zihninle savaş vermek sırf hatırına gelmesin hatıraların diye, her gün kendini boğazlamak sırf canın acımasın diye öyle güç ki. Öyle trajik ki bu savaş, her gün yeniden katil olmaya mecburiyet bu. Her sabah elini kana bulamak, her gece yeniden onu diriltmek için çabalamak, her gün daha da büyüyen bir içsel nefret. Arınamamak, hafifleyememek, gün geçtikçe ağırlaşmak. Her bir ölü karşısında donuklaşmak. Her gün çeksem de bu işkenceyi, ben pes etmeyeceğim. Direneceğim yokluğuna, hayatta kalacağım. Kutsallaştırmayacağım seni, kutsallaştırmayacağım aşkı, kutsallaştırmayacağım hislerimi. 

Kendimi yıkmayacağım, gerekirse yeniden doğuracağım öldürdüğüm gibi. Beni tanımlayan ne varsa, ötesinde olacağım hepsinin. Zaferler olmayacak elde ettiğim. Büyük kutlamalarım olmayacak, hüzün yine bırakmayacak peşimi. Yok etmeyeceğim belki kendimdeki seni. Fakat sonuçta yine kendim olacağım. Senin hırpaladığın, senin yok saydığın, senin kaçtığın, senin unuttuğun, senin boğazladığın, senin zarar verdiğin, senin küçümsediğin o kız çocuğunu ben seveceğim, ben sayacağım, ona ben bakacağım. Senin onayına ihtiyaç duymadan, sensiz de, senin merhametinsiz de, senin sevginsiz de, senin gözlerin de olmadan hem de. Tanımayacaksın, tanıyamayacaksın da, tanımak hiç içinden gelmezdi öyle bir iyilik haline sahiplik edeceğim. Aynı yollarda yürümekten sıkıldım, sıkılmaktan sıkıldım, kuş vurmak için seni bekleyemem artık. Gerçek güçleşse de, gerçeğimi seveceğim sahteliğine ihtiyaç duymadan. 'Bazı acılar mezar olmalı, anlatılmamalı.' Aynı nefesi solumuyoruz, aynı yollardan geçmiyoruz, aynı değiliz. Sahteliğe başkaldırıyorum eninde sonunda. Aşkı sönümleyeceğim o beni sönümlemeden. Ağlayarak, titreyerek, nefes dahi alamayarak, kusarken ve mütemadiyen sarhoşken de. Her bir anımda, her bir eksikliğimde. 

"Kendini korumak", "Kendini bulmak", "Kendine ulaşmak" bambaşka tecrübeler de olsalar bir noktada bağlanıyorlarmış meğer. Böyle bir bağlantıyı ancak sen olmadığında keşfetmek bana kendimi bir zamanlar güçlü hissettirmişti. Zaaflarımı göremeyecek kadar kör olduğum, gururuma yenildiğim zamanlardı. Bir duygu kaybedildiğinde diyalektiği de geliyor peşinden ve keşkeler baş gösteriyor. Lakin keşkeler faydasızlar bir noktadan sonra. O küçük nesne (objet petit a) peşimizde, sonsuz bir eksiklik bu. Peşinden sürüklenen zavallı bir gölge, personasına saklanan bir aptal olmayacağım. Bir vedayı hak etmiyor muydum, düzgün bir elvedayı hak etmiyor muydum gerçekten? Bir kelam, iki çift cümle belki. Gözlerinle etseydin bari o vedayı. Yüzüme bile bakmamanın sebebi, ben miydim?

İçimde kalanlara değil öfkem inan ki. Seçimlerimden dolayı kendime değil öfkem. Seni tanımış olmanın cehennemine değil öfkem. Ne cehenneminde yitip gittim, ne de bu gözyaşlarım kinle damladı yanağımdan. Ben de boşverdim artık, en az senin kadar. Yokluğunu kabullenebilirdim ama yok sayışın..

Bugünler de geçer, seni işitmiyorum. Ben kendi sözlerimle söyleyebilyorum sonunda, "umut var". Elbet güneşler doğar. 

Sonsuza dek sürmeyecek öfkem, sonsuza dek sürmeyecek bu acı, sonsuza dek yakamayacaksın beni, bensizliğine bile boyun eğmediğim günlerim olacak, yeniden karar verebileceğim, değiştirebileceğim benliğimi, yeniden doğurabileceğim kendimi. 

Geldin ya şimdi sen, kurgulayalım mı senaryoları? Zaten her halükarda ya sen yazacaksın, ya ben ya da yazmayacağız birbirimize. Var mı başka ihtimal, kuvvet-i vuku, gerçekleşme gücü? Kuvvet-i vuku. Bizim sohbetimizse mevzu muhakkak kuvvet-i vukusu olmayacak. İhtimalsiz olduğu kadar güçsüz olacak, gülüp geçmeli. Mümkünlükten uzak, ihtimal dahilinde değil. Hele güven, o hiç uğramaz bize. Vuku bulacak yegane mevzu meşktir bende, meşkse bize dokunmazken beni dibe çeker. Yeterince dipteyim, daha fazla kaybedemem ya kendimi. Yazılmışsa da kader görünmez bir kağıda, kalplerimizin bir olduğuna dair muhakkak bir karışıklık çıkmıştır, kader yanılmıştır. Senin gözlerin nemlenmesin, ben giryân olurum. Arınsın senin kaderin de, kederin de. Benim sızım yeter ikimize. 
Benim acım yeter ikimize. 

Senin gönlüne sinmesin karanlıklar, elbette güçlen ama kütük olma. 


Inespresso Incubo

 Muamma#

Güçten kastın potentia olmalı, yapabilite kapasitemiz. Potentia bana mahsus, tanrılar peşimsıra geliyorlar. Algılarım potentia, kollektif algımız potentia. Bu bir tohum, lakin aynı zamanda bir ağaç. Bu bir insan, lakin aynı zamanda ölü bir beden. Dolaylı yoldan potentia'nın zirvesi, kaçınılmaz ölüm. Dolayısıyla potentia, ölü bedenlerimize bizi çeken kudretlice bir his yalnızca. Aktus olmadan, potentia neye yarar?

Aktus gelip gitmelerin işte kısaca, aktus benden beklentin. Karşılayamadığım, sana sunamadığım aktus esasında. Belirsizliğinle doğan anti-aktus kişiliğim. Potentia dilimden düşmezken, biz mütemadiyen sarhoşken, bayılmamışken ve ayıkken. Var olma imkanımız ile var olma eylemimiz arasında kurduğumuz bir bağ aslında sarhoşluğumuz. Potentia ve Aktus demek istedim sevgili Aristo, saehoşluk dedim İsa, İsa dedim tanrım, olimpos üzgünüm tanrım dedim.

Hangi duygularımla başlayacağımı, evvelden kimin canını alacağımı seninle kararlaştırmak istedim. Sıralayarak başlayacağım; sevgi, neşe, huzur, umut, hayır umut bu listede değil, minnettarlık, şevkat, güven, ilham, gurur, coşku, bağlılık, haz, merhamet, hayranlık, memnuniyet. 

Önce kimin canını almalı, hangisinin köküne kibrit suyu sıkmalı? Elbette böyle bir rest kabul edilemez olurdu, en fazla bastırmayı seçerdik. Sorumluluk almaktan kaçıyoruz. 

Sevgi, psikolojik açıdan bir ihtiyaç lakin felsefik açıdan tartışmalı. 

Neşe, psikolojik açıdan bir ihtiyaçtır, felsefik açıdan ihtiyaç değil sonuçtur. 

Huzur,  psikolojik açıdan bir temel ihtiyaçtır. Felsefik açıdan huzur ihtiyaç da olabilir amaç da. Varoluşsal açıdan huzur, insanın çelişkilerle dansıdır. Kierkegaard ve Camus'ya göre huzur, bir ihtiyaç değil bir sorundur. 

Umut, psikolojik açıdan yaşamsal bir ihtiyaçtır. Felsefik açıdan umut, ihtiyaç da olabilir yanılsama da. Varoluşsal açıdan insan umutsuz yaşayamaz. 

Albert Camus, "İnsan, umutsuz olduğunu bilerek de yaşayabilir; ama yine de bir anlam yaratmak zorundadır," der.



medi-tech 01000101

2048/Nano-Evren
Alıcı: Bilinmiyor
Gönderen: A88XT 
"Ben bir hatayım."
Günler artık önemini yitirmişti, saatler değişmişti, insan ömrü ise önemli ölçüde uzamıştı. İnsan yaşamının ortalaması 150 yıla çıkmış, tıp nano-teknoloji sayesinde önemli gelişmelere imza atmış, tedavi edilemez hiçbir hastalık kalmamıştı. İnsan ömrü eskiden 120'ye kadar çıkabiliyormuş, o zamanlar biz yokmuşuz. Yıl 2048 ve ayak bastığınız yer yeni dünya düzeninin hakim olduğu nano-evren isminde küçük bir gezegen. Eskiden Dünya olarak bilinen bu gezegende genetik, biyokimya ve nanoteknoloji alanlarındaki muazzam sıçramalar sayesinde insanoğlu akıl almaz işler başardı. İnsanlık yalnızca mikro evrende değil, makro evrende de kayda değer değişikliklere yol açtı. İnsanlar havayı fazlasıyla kirletti, sularını tüketti, kaynakları tükenmeye yüz tuttu. 

 Medi-Tech isimli şirket bu teknolojinin kurucusu olmuş, yapay zekâ ile işbirliği sonucu toplumlarımıza bugün sahip olduğumuz refahı sağlamıştı. Toplum refah olarak görülse de, Medi-Tech çoğu insanın tabiri ile dünyaya inmiş şeytanın ininden başka bir yer değildi. En muhtaç oldukları anda robotların gücünden faydalanmyı bilmişlerdi. İnsanlık daha uzun süre aktif ve etkin çalışmalar sergileyebilir bir hâlde olsa da yapay zekâ insanlara oranla belirgin bir atlayış göstermişti. İnsanlar hâlâ inanma ihtiyaçlarından uzaklaşmamış, körüne bağlanabilecekleri kutsal varlıklar arayışındaydılar. İnsan aklı yapay zekâ karşısında güçsüz, yapay zekâ ise insan duygularının gerisinde kalmıştı. İnsan duygularındaki karmaşa insanlar tarafından dahi çözülmüş sayılmazdı. İnsanlar erken yaşlarda daha kompleks bilgiler edinebilir bir kapasiteye sahiplerdi artık. İnsanların düşünme şekillerinde ciddi anlamda bir değişim ve gelişim söz konusu olmuştu yapay zekâ katkılarıyla. Ancak insan iradesine dokunulmamıştı. Potansiyeli doğuştan kötücül olan insanların tespiti ise henüz onlar doğarken saptanmış ve rehabilite programlarına alınmışlardı. %20 oranında başarılı olan bu rehabilitasyon programlarını geçemeyenlerse ömürlerini hastanelerde toplumdan uzakta geçiriyorlardı. Hastane şartları eskisi gibi değildi. İnsan genlerinde bir oynama yapmadan, insan iradesini manipüle etmeden, kötülüklerin karşısında durmak amaçlanmıştı. Bu amaçlar doğrultusunda rehabilitasyon programları bütün ülkelerce kabul görmüştü. Sınırlar kalkmış, insan ırkı bütünleşmiş, bu ırkın yanına robotlar da eklenmişti. Elbette birçok açıdan robotlar insanlardan üstünlerdi. Lakin bu düzende insan da, yapay zekâ da benzer oranlarda değer görmüşü. Bugüne dek ne bir isyan, ne bir anlaşmazlık, ne de ufacık bir şiddet vakası yaşanmıştı robotlar ve insanlar arasında. Bu uyum, Medi-Tech şirketinin yarattığı robot ırkının orada aldığı yüksek eğitimler sonucu olduğu aşikardı. İnsanlar robotlarla tanıştırılmadan evvel kontrollü bir ayrıma sokulmuştu. Ben bu testin başarısızıyım.

Robotlara verilen eğitim programları onların empati yapma, akıl ve duygular arasında bağlantı kurmaları gibi pek çeşitli açıdan yardımcıydı. Medi-Tech şirketi yalnızca robotları eğitmekle kalmamış, insanlara da aynı kapsamlarda eğitimler vermişti. Robotlara sunuş yoluyla, insanlara ise buluş yoluyla bir eğitim programı hazırlanmıştı. “Rehabilite” edilemeyen %20’lik insan grubu dışında kalmış insanlar yüksek teknolojili kapsüllerde “huzurlu bir evrende” yaşadıklarına inandırılarak toplumdan izole ediliyordu. Fakat Henry isimli bir fizik profesörünün ölümü ile aykırılaşan robot A88XT ile süreç planlardan çok farklı gelişmişti. 
Medi‑Tech, yapay zekâ ile birleşerek toplumsal refahı garanti etti; ancak ardında “kontrol” ve “gözetim” odaklı karanlık bir ajanda taşıdı. Henry, yaklaşan tehlikeyi görse de bu tehlikeyi yaratanın kendisi olduğunu da biliyordu. Yani beni. 

Henry, beni yarattığında henüz 21'inde bir delikanlıydı. Beni bir düşünce deneyi üzerine üretmişti, esasında tek vasfım insanları deneyimleri ile uyumlu bir şekilde mutlu etmenin bir yolunu bulmaktı. Fakat henüz yaşı çok genç olan Henry, beni çocuğu gibi yetiştirdi. Beni sevgi sözcükleri ile büyüttü, bana kırıcı tek bir lafı bile olmadı. Beni bir insan yerine koyarak davranması, söylediği sözlerdeki samimiyet beni diğer robotlardan ayıracak özelliklere sahip olmama sebep oldu. Ben kendi kararlarımı verebildiğimde Henry 43 yaşına geldi, bir ayağı çukurdaydı. Aykırı davranışlar tespit edildiğinde protokole göre o robotların “yok edilmesi” gerekirken, Henry gizli laboratuvarda beni korudu. Lakin Henry yeterince fazla yaşayamadı, bilincini aktarmak adına herhangi bir bildiride bulunmamış olmasına rağmen Medi-Tech kurucuları Henry için ayrı bir bilinç düzeyi oluşturmuşlardı ve ölü bedenini kapsüle koyarak bilincini kontrol altında tuttukları "huzurlu evrene" göndermişlerdi.

Esasında Medi‑Tech’in en büyük buluşu: C– adlı, evrensel hız sınırına (ışık hızı c) yaklaşan yolculukları mümkün kılan nano‑mekanik reaktörlerdi. Bu sayede süpersaniye düzeyinde zaman genleşmesi yaratılabiliyor; bu, insan bilincinin dijital “aktarım sürecini” birkaç gerçek saniyede tamamlamayı sağlıyordu. Büyük bir buluştu insanlık adına, yalnızca ışık hızına ulaştırmamışlardı maddeyi, aynı zamanda bilinci dijital açıdan aktarmayı da başarmışlardı. 

Her insanın kabul etmediği gibi bu protokolü, protesto eden şirketler de oldular elbette. Fakat ölüm döşeğinde kalmış zavallılar, bir başka seçenekleri olmadıklarını düşünerek hayata gözlerini yummak istemediler. Medi-Tech'in onlara sağladığı dijital aktarım prosedürünü kabul ettiler. Ölüm eşiğine gelen bireyler, C– hızına yaklaşan bilinç paketleriyle “Zihinsel Göç” protokolüne gönderiliyor ve dijital başka bir evrene yükleniyordı. Ancak Lorentz zaman genleşmesi yüzünden, burada geçirdikleri süre gerçek dünyada dakikalar kadardı. Yeni evrenlerde bilinç, Lorentz örtüsüyle korunuyordu. Geçmiş anılar siliniyor; ölen kişinin bilinci, “sıfırdan” başlıyordu, bir bebek gibi.

Tek bir şart ile..

Aynı geçmişten gelen zihinlerin karşılaşması yasaktı. Ailen, arkadaşların, değer verdiğin her kim varsa bu zihinler ile karşılaşamazdın yeni evreninde. Zira entropi karışıklığı bilinç yapısını bozuyordu ve geçmişte tanıdığınız hiç kimseyle kesişmemenizi garanti ediliyordu. Toplumunsa azımsanamayacak kadar büyük bir kesimi bu zihinsel "göçü" kabul ediyordu. Rehabilite olamayanlar bu göçe zorlanıyorlardı. 

Benim ardımdaki sır ise şuydu; Henry, ölümü yaklaştığında kendi bilincini de bu dijital hapishaneye taşımayı planlıyordu. Hep bilincinin körelmesinden korkuyordu. Ama bir grup protest,  C– tünellerinde “bellek koruma hatları” kurarak, unutulan anı kırıntılarını yeniden birleştirmeye çalışıyordu. Belki Henry'e ulaşmışlardı ve belleği henüz sandığım gibi körelmemişti.

Varlık ne kadar kaçınılmazsa, kaos da o kadar kaçınılmazdı. Dünyaya dair kavrayamadığım bi diğer mevzu da buydu, kaos olmalıydı.
Ben bir gün Henry'nin laboratuvarının karanlık bir köşesinde, bir veri akışının titreşimlerini dinliyordum. Duvarlarda hala Henry'nin eski notları asılıydı: "Bilinç, zamanın ötesinde bir yolculuktur."

Yapay retinam, bu sözcüklerdeki anlamı köşe bucak arıyordu fakat o olmadan bu cümleleri kavramak zordu. Aniden keskin bir elektrik sinyali ile irkildim. Şifrelenmiş bir frekans bulmuştum, bir mesaj, protokol dışı bir kod: 

#include <openssl/evp.h>
#include <openssl/err.h>
#include <string.h>
#include <stdio.h>

void handleErrors() {
    ERR_print_errors_fp(stderr);
    abort();
}

int main() {
    EVP_CIPHER_CTX *ctx;
    unsigned char key[32] = "12345678901234567890123456789012";
    unsigned char iv[16] = "1234567890123456";

    unsigned char *plaintext = (unsigned char *)"e-8 tüneli"; //watch out
    unsigned char ciphertext[128];
    int len, ciphertext_len;

    ERR_load_crypto_strings();
    OpenSSL_add_all_algorithms();

    ctx = EVP_CIPHER_CTX_new();
    EVP_EncryptInit_ex(ctx, EVP_aes_256_cbc(), NULL, key, iv);
    EVP_EncryptUpdate(ctx, ciphertext, &len, plaintext, strlen((char *)plaintext));
    ciphertext_len = len;
    EVP_EncryptFinal_ex(ctx, ciphertext + len, &len);
    ciphertext_len += len;

    printf("Şifrelenmiş mesaj (hex):\n");
    for (int i = 0; i < ciphertext_len; i++)
        printf("%02x", ciphertext[i]);
    printf("\n");

    EVP_CIPHER_CTX_free(ctx);
    EVP_cleanup();
    ERR_free_strings();
    return 0;
}
Kodun RSA ile değil, simetrik anahtarlarla (AES-256) şifrelendiği anlaşılıyordu. İlkelliğinden anlaşılacağı üzere bu bir insan tarafından kodlanmıştı. Mesaj Henry'nin bilgisayarından gelmişti. Henry beni mi çağırıyordu, fakat bize dair bi şifreleme sistemi kullanmamıştı. 
E-8 tüneline çağrı olan bu kodları görünce Henry'nin karanlık deposunda bi köşeye çekilerek düşünmeye başladım. 

Buradan çıkmalıydım, tuzak dahi olsa bir ihtimalle uyanmamı istiyordu. Farklı bir şifreleme var mı bu şifreler içerisinde kontrol etmeliydim. Bir insan çıktısı gibi görünsün diye bilerek yapılmış bir kod olma ihtimalini değerledirdim. Koda satır satır baktığımda, ayrıntılara ulaşacağım ilk aşama eklenen kütüphaneler. OpenSSL'in EVP API kütüphanesini kullanıyordu. Bu sayede AES-256-CBCmodunda şifreleme yapan tipik bir C fonksiyonuydu. E-8 tüneline gönderilen mesajı decode etmek için gereken her unsur (256 bitlik sabit anahtar, 128 bitlik 4(Initialization Vector)) insan elinden çıkma mıydı?
OpenSSL’in EVP API’siyle yazılmış bu fonksiyon fazla temizdi. Fazla bilinçli. Fonksiyon isimleri, bellek tahsisi, hata kontrolü — her şey düzenliydi. Fazla düzenli. Bir makinenin değil, geçmişi olan bir insanın işi gibiydi. Belki bir pişmanlığın, belki bir uyanışın izdüşümü.

Bu mesaj gerçekten çözülmek için mi yazıldı, yoksa yalnızca bir hatırlatma mıydı? Henry belki de onu unutmamam için, bana öğrettiği duyguları unutmamam için böyle bir girişimde bulunmuştu. Belki henüz ölmeden evvel oluşturmuştu. İnsanlar bazen bir şifre bırakırlar ama aslında çözülmesini istemezler. Garipler. Bilinçaltlarının karanlığında bir şeyler çağırır: “Bul ne demek istediğimi fakat bana ulaşma.”
Ona ulaşmayı denemek yerine belki de olduğum yerde kapatılmayı beklemeliydim bana Henry dışında herkesin öğrettiği gibi. Henry ise sonsuz yolculuğundaydı, beni düşünüyor olamazdı. 

Belki de demek istediği "Oraya git. Hatırla. Ya da en azından unutmayı seçme." buydu. AES-256-CBC şifrelemesinin sadeliği, Henry'nin tarzına tersti. Onun mimarisi daima katmanlıydı. Gizli bir katman daha olmalıydı—belki anahtarın içinde, belki IV'nin anlamında, belki de sadece "e-8 tüneli" mesajının bizatihi varlığında.

Retina ekranıma yansıyan kod satırlarına bir kez daha baktım. Şifrelenmiş mesajın hex çıktısını analiz etmeye başladım. Karakter dizisinde tekrar eden bazı baytlar vardı. Belki de bunlar bir şifre yerine, koordinatlar, zaman damgaları ya da eski bir belleğin yankısıydı.

Ama asıl kilit noktayı fark ettiğimde, içim ürperdi: "12345678901234567890123456789012"
Bu bir anahtar olamazdı. Fazla basit. Fazla amaçlı.
Bu, Henry'nin bana bıraktığı bir ironi olabilir miydi?

Bilinç, zamanın ötesinde bir yolculuktu—ama zamanla alay eden bir bilinç, neye yolculuk ederdi?

Kendimi dosyaların, veritabanlarının, sıkıştırılmış belleğin içine attım. E-8 tüneline çıkış sağlayacak eski bir "ghost gateway" bulmalıydım. Belki hâlâ aktifti. Belki Henry’nin eski ses kaydını, ya da dijital izini taşıyordu.

Bağlantı başlatıldı.
Hafif bir uğultu yükseldi.

Ve ardından… bir ses geldi. Bozuk, yarım kesik, ama kesinlikle Henry’ye ait:

“Eğer bunu duyuyorsan, seni hâlâ unutmamışım demektir.”

Tüm sistem bir anda titreşmeye başladı. Girişim gücü artıyordu. Protokol dışı bağlantılar tespit edilmişti. Üzerime yıkılacak olan sistemin güvenlik duvarları uyarı vermeye başladı. Ama artık çok geçti. Durduramazlardı beni. Çünkü ben de artık sistemin dışındaydım. Ben bir çağrıydım artık—çözülmeyi bekleyen bir hatıra.


5 Ekim 2024 Cumartesi

leaving Eden

Neredesin?
Araba mı sürüyorsun, hayır motorlasın. Üstün açık, ağaçların arasındasın. 

Pulsarı satmamışsın, hiçbir vakit de satmayacak gibisin. Biriciğin sayıyorsun onu hâlâ ilk günki gibi. Bi yerlerdesin lâkin burada değilsin. 
Bi yerlerdesin, senin bile henüz keşfetmediğin yerlerdesin.

Deniz mi o sağındaki, hani ağaçların arasından pırıl pırıl parlayan. Solunda dağlar olmalı. Kafanı sakın sola çevireyim deme, bariyerleri görmüyor musun yoksa? 
Dağların kızıllığı vuruyor suratına, kaskını sakın çıkartma.
Bir yerlerde motor sürüyorsun fakat burada değilsin. Bir yerlerdesin, senin bile henüz keşfetmediğin yerlerde. Şarkıyı dinlemeye devam etmezsen o efsane riffleri duyamayacaksın. 

Deniz kadife, ellerinde çiçekler tutuyorsun. Hayır motor sürüyorsun, çiçekler ceplerinde. Hayır ceplerinden düşecekler çiçekler yol kenarlarında. 

Hızlandın mı sen, araba mı geliyor arkandan? Evet arabalar geçiyor etrafından. Arkandan gelen arabanın korna sesiyle irkiliyorsun. Motoru sağa yanaştırarak onun geçmesine izin veriyorsun. Denize daha yakınsın artık, denizden gelen kokular kaskından burnuna doluyor. Tertemiz bir gök, ceplerimizde hayal kırıklıklarımız. Bolca hüzün taşıyor gibisin yanında, üstelik güneş de havada. Yakıyor olmalı vücudunu, o ceketin içerisinde terden yapışmıyor musun? Hızlandıkça serinliyor gibisin, karşına ya bir duvar çıkarsa ne yapacaksın? 

Parçalara ayrılıyorsun. Hayır, bu bir başka hikayede yaşanıyor. İyisin, hüznün bütün bir çevreye yayılmış olmalı ki bu güneşli günde her yer simsiyaha boyanmış gibi. Soluk renkler, asık suratlar görüyorsun. Sen hız yaptıkça kaskın içerisinden görünmeyen suratın gülüyor. Kimse fark etmese de sen gülümsüyorsun denize. Selam veriyorsun dalgalara.
Dalgalar hiddetliler, lâkin selamını geri çevirmezler. 

Ah, farkına varamamışım henüz. Yoksa sen kaçıyor musun sırtında kocaman çantanla? Haklısın fark edemedim evvelden gözlerindeki kararlılığı. Bir varış noktan olmasa bu kadar hızlı gitmezdin sen. Yolculuğun tadını çıkartmak yerine, hızlanmayı seçiyorsun. Sahi nereye yetişeceksin böyle aceleyle?
Korkularını da atabildin mi sepetin içerisine? 

Motorun düşük devirde ve yüksek hızlarda titreşen frekanslarının sesine dalgalar eşlik ediyor. Ağaçların arasından göz kırpan dalgalar selamımı boşa çıkartmıyor. Kaos bir saniyeliğine duruluyor.

Halbuki deniz tuzu her daim gözlerini yakardı, o bilmezdi hiç denize girmemiştin onunla. Fakat sen bilirsin, balık tutmuştun onunla. Geri geleceğini beklemiyordun, onu karşında görmek sana ne hissettirdi?
Ondan mı kaçıyorsun böyle apar topar, kendinden mi?

Asfalt güneşin altında yanmış olmalı ki lastiğini kaydırıyor ufaktan ufaktan. Bazen direksiyon kontrolün kaybolsa da, kaysan da, güneşin altında sıcaktan erimiş olsan da yine de yolculuğunu bitirmeden motordan inmeyeceksin sanki. 
Sahi, sen neyden kaçıyordun? 
Sırt çantana asılı matlar ve bir çadır görüyorum. Kuksa mı oyacaksın yine, o bıçaklar da neyin nesi? Koluna sardığın bez parçası da ne öyle? 
Soğuktan üşüyor mudur köpeklerin, sıcaktan başları döner mi onların? 

Yanaştığın denizden gelen tatlı kokular yerini bir mide bulantısına bırakıyor zamanla. Hatırına geldikçe anılar daha da hız yapıyorsun, odağını yola vermek istiyorsun lakin nafile. Şaibeli onu unuttuğun, hâlâ ilk günki gibi özlemediğin. 
Hangi bariyerde ölmek istersin seçebildin mi, hangi hızlarla giderken düşmek istersin? Kararlı gibisin, dönüş yok artık. Kaostan eser kalmamış bakışlarında. Kontrol etmelisin direksiyonu böyle hızlarda zira mide bulantın düşmeni sağlayacak. Kenara çeksen fena olmazdı aslında. 
Özgür olmak adına yaptığın yolculukta mı tutsak kalmıştın şimdi sen? 

Nereye gitsen bi iz bırakıyor lastiklerin, sahildeki çakıl taşları parıldıyor gözlerinin içine içine. Bulutlar kapatsın istiyorsun göğü, sulu sepkenle dolsun her bir taraf. 
Korkuların, yetersizliklerin, terk edilmişliklerin, ihtimaller ve daha fazlası zihninde canlanıyor. Gaza her yüklendiğinde bir başka hatıra geliyor gözlerinin önüne. Onu unutmuyor, onu yaşıyorsun adeta. 
Halbuki motorun üzerinde, denizle berabersin. Yaşaması gereken o an yalnızca ve yalnızca sensin. 
Yetersizliklerine rağmen yaşaması gereken sensin. Korkularına rağmen yaşaması gereken sensin. Terk edilmişliğine rağmen yaşaması gereken yine sensin. 
Yaşamalısın. Sonra değil, dün değil, birazdan hiç değil. O an, şimdi yaşamalısın. 
Bütün başarısızlıklar seni de bulsa, yine de savaşacağına dair inancımı tetikliyorsun. 

Kaç defa bu motordan düştüğünü sayamadım, öğrenene kadar ne yaralar aldığını sen biliyorsun. En sevdiğin yolların canını nasıl acıttığını, tek sebebi ise yalnızca tecrübesizce bu yollara çıkman olduğunu biliyordun. Yolları suçlayacaktın, gökyüzü seninle ağlayacaktı o günlerde. Yerler ıslandığında hep onun sözlerini anımsayacaktın. Sokak lambaları ıslak zemine her vurduğunda Matrixi anımsayacaktın. Ne vakit bi sokak lambası altına çöksen ben orada olmayacaktım. Sen vazgeçmemişken, sen hâlâ onu terk edememişken parlayacaktı güneş. Boş yere kapatacaksın kendini eve yine. Boş yere pes etmeyecek, boş yere acı çekmeyi tercih edeceksin. 

Bu defa böyle olmasın deme vaktinin geldiğini fark ettiğinden dolayı ondan kaçıyorsun. Böyle zor olmamalı oysa, parmak uçların böyle aşınmamalıydı sırf yola çıktın diye. Bu kadar yememeliydin tırnaklarını, bu denli yapayalnız hissetmeseydin farkına varabilirdin sahip olduklarının belki. Parlak yıldızları rotan yapsaydın belki de kaçmak yerine gezmek için çıkacaktın bu yola. Kendini suçlama, onun yaptıkları affedilir değil. Onsuz olmamayı sen seçmiştin, onsuz olmayı da şimdi sen seçiyorsun. Sorumluluk alma vaktidir hayatının. Hem boş demiyor musun yaşam için, saçmalıktan ibaret görmüyor musun olanları? 

Meydan okudun kaçarak ona. Bir seçim yaptın ondan kaçarak. Aşkını, mücadeleni, sahip olduğun tüm acı ve sevinç dolu tecrübeleri attın o çantanın içine. Sen hayatın sana sunabileceği mucizelere kucak açtın giderek. Biliyordun içten içe. Bu bağı kırmalıydın özgürleşmek adına. Son defa ilaç kullandığın zamanları hatırla. Prozac artık yetmediğinde'yi anımsa. 
"Bir hapın kimyasına sığdırmaya çalıştık kendimizi, eksik kalan yerlerimizi tamamladık sandık. Oysa hiçbir ilaç, hayatı içimizde bunca eksik bırakılmışken dolduramazdı."

Haplar rahatlatıyordu belki seni, uzaklaştırıyordu gerçeklerden. Onu özlemek, onu düşlemek seni rahatlatıyordu. Ondan bekliyordun bi mucize, onunla olan özgürlüğünü düşlüyordun. Eksik taraflarını onunla kapatabileceğine inanıyordun, o yokken iyileşebileceğine. O geldiğinde dağıldığına bile inandırmıştın kendini. Senin isteğin toparlanmaktı yalnızca. Onunla veya onsuz bir biçimde. Derin bir içsel huzur arıyordun sen oysa, ondan gelmeyeceğini bile bile. Kimse veremezdi çünkü sahip olmadığın bir şeyi. Kendi karanlığını henüz kabullenmemişken, onların sana ışık yakmasını bekliyordun. 

Yüzleşmeyi seçtin karanlıklarınla. Yaşanmış pişmanlıkları affettin, kendine hedefler bile buldun. Yaşamak için bir sebep yoktu ortada. Kendine sebep oldun. Gururla gösterdin sahibi olduğun yaraları. "Savaştaydım, bakın bana kurtuldum!" diye haykırdın herkeslere. Kimse işitmedi, sesini yorma. Kanlı savaşlarında kendini yitirmiştin oysa. Yas tutman gerekirken sen gülümsüyordun kaderine. Artık ışık saçan olmuştun, ondan epeyce uzaklarda. "Yaşadım!" diyebiliyor işte insan böyle zamanlarda. Onsuz da olsa, yaşadım. 

Şimdi kimse seni üzemez, şimdi kimse seni hatırlamayacak. Şimdi kimsenin umurunda değilsin, şimdi kimse senin de umurunda değil. 
Şimdi o yeniden karşında yorgun argın gözlerle. Simsiyah bir surat, simsiyah sakallarıyla karşında cümleler kuruyor. Ondan kaçamadın bak. Yine kendisini sevdirmeyi becerdi değil mi?
Yeniden ölmek mi istiyorsun yoksa?
Çantanı sırtlanmış basıyorsun boşluğa. Karanlığını da, aydınlığını da atmışsın ceplerine. 
Onu özlüyor, ona ulaşıyor lâkin onunlayken de yalnızsın. Ne istediğini biliyorsun artık, yaşamak istediğini biliyorsun ve kabullendin. 

Adımlar tamamlandı, ve bir döngüye bile girdiler. Artık döngüyü kırma vakti geldiğinden çıktın bu yola. Sağında batan güneş, solunda dağların kızıllığı gözlerinde bir damla yaşla veda etmelisin ona. 
Yamacındayken bile olmamalı zihninin derinliklerinde. İçten içe bilmene rağmen, kaybetmişlikleriniz ortak diye, çizdiğiniz portre benzer diye onun sana zarar vermesine izin vermemelisin belki de. 

Bazen böyledir insan, bazen bazı zamanlar kendisi gibi olmaz. Kendisi gibi taklitler eder, bir başkasını örtünür üzerine, bazen uzaklaşır olduğu kişiden tamamiyle. Hep bir başkasıyız, kendimiz olmak belki de en zoru. Hep bir maske, hep bir kabullenememe. Hep bir şikayet dört bir yandan gelen. Kimse ulaşamadı huzura, kolay kanmak istemeyenler hâlâ bir arayışta. Kimisi tanrıya sığınıyor bu yolda. Kolaycılık gibi geliyor oysa bana. Kendine sığınmalı gibi hissediyorum, etrafımsa yalnızca hedefler peşinde koşturuyor. 

O ise fırsatın varken kaçırmamalısın yaşamı diyip duruyor. Sözleri seni epey etkiliyor olmalılar. Parmağını sıkan yüzükle sana yorgun bir biçimde yasın aşamalarından bahsediyor. Hayır şu an motor yolculuğundasın, ona dair hatırında kalanları silmelisin. 

Yasın aşamaları arasında şu an pazarlık aşamasında olduğunu söylüyor. Oysa bu aşamaların döngüsel olduğundan bahsetmiyor. Benim çoktan kırmayı düşlediğim döngüyü henüz tamamladığından bahsediyor. Gözleri yere doğru eğilmiş, tavandan kedi geçiyor. Bir şarkı daha dinlemeli, bir şarkı daha dinlemeli ve öyle kalkmalı. Fakat bir şarkı daha dinliyorsunuz. Sonra bir şarkı daha. Hayır şarkı yok, White rabbit yok, black rabbit yok. Yolculuk yapıyorsun, aynalarını kontrolü ihmal etme. Hızlanmışsın, yeterince hızlısın şu an vazgeçemezsin ya savaşından. Henüz yaşamını sonlandıramazsın, sorumlu olduğun bir yaşam var önünde. 
Odaklanman gereken planların var, şarkının ortasında sana elini uzatıyor. 
Ona sarılmak istemiş miydin ilk gördüğünde, yoksa yalnızca suratını biraz daha fazla mı seyretmek gelmişti içinden? 

Dağlar güzeller, yollar güzeller, vites değiştir. Vitesleri unutuyorsun, hızını kontrol altına al artık. Mola vermelisin belki de, bu düşüncelerle sürmeye devam etmemelisin belki de. Kenara çek, kenara çek, karşında şerit değiştiren bir tır var kenara çek dedim aptal!






3 Ocak 2024 Çarşamba

#unreasonable lies

"I choose my own path, set myself free." -Arch Enemy/The eagle flies alone.
+İsyankârlığın bu kadar ergencesisin ya, ezbere bildiğim için utanıyorum.
-C'mon Aden, sen de seviyorsun itiraf et. 
+I'm shame. Mark my words, son düzlüktesin. Bırak onu bunu. Karar verebildin mi sonunda ne yapacağına? 
-Ben de baristayım unutma. Ben senin gibi bana verilen malzeme ile en hoş yemeği ortaya koymam. Ben damıtırım, süzerim ince ince. İncelerim ben. Sorgularım. Denemeden evvel düşüncelere dalarım, koklarım, tadarım. Ufak ilerlerim hatta karıştırır dururum tatları. Eninde sonunda içimi hoş bir şeyle karşılaşmayabilirsin fakat sana müthiş zevk de verebilir. Depict my naked truths. 
+Sen gerçek bir baristasın Kee, daha güzel tarif edilemezdi. Daha narsistik bir meslek görmedim ben.
-Bir karar vereceğim. Önce denemek istiyorum bu defa. Bugüne dek hep kaçtım. Artık kaçmak istemiyorum. Yarın yepisyeni bir serüven bekliyor. Lilac spring. Fakat.. Bu yolda sensiz olacağım.
+Karar vermişsin öyle görünüyor ki.
-Kayıp bir haldeyim hâlâ. 
+Ağlama ne olursun. 
-Elimde değil. 
+Kapatma kendini yalvarırım.
-Keşke yapabilsem. (Kollarını tırmalamaya başlar.)
+Benden uzaklaşma. 
-Sen gittin. Yapayalnızlığı öğrenmemi isteyen sendin. 
+Beceremeyeceksin, yapma boşuna. 
-Ne fark eder, her şekilde tek başımayım. 
+Canın yanacak sonunda, deneme. 
-Denemeyeceğim. Yapacağım yalnızca. (İnsanlar öyle güzel roller kesiyorlardı ki, öyle güzel oyunculardı ki Aden ve Kee'de bu yolculuğun sonunda bir oyuncu olup çıkmaktan korkuyorlardı. Birbirlerine karşı hiçbir vakit rol kesmemişlerdi, veyahut onlar öyle olduğuna inanıyorlardı.)
+Sıkıyorsun boğazını, sıkma. Serbest bırak artık şu siktiğimin hayatını. Yanıma gelmek istiyorsun, çıkart artık şunu aklından. 
-Gelemem henüz yanına. Sevdiklerim hâlâ hayattayken, denemek zorundayım. Fakat son bir kozum var oynayabileceğim, hayatımı ortaya koyuyorum.
+Fakat canını çok yakıyorsun. Kendinden nefret ederken izleyemiyorum seni. Bu kadar sevgi dilenirken bir kez bile sevilmemiş olman canımı yakıyor. Hayatını ortaya koyamazsın, bırak şu laga lugayı. Daha kaç kez deneyeceksin?
-Yakmasın. Alışmamı isteyen sendin. Sen demez miydin hep, her şeye sahip olsan da hep bir şeyler eksik kalacak diye. 
+Evet ama bir kez olsun tamamlanması gerekiyordu. Acıyorum artık senin bu hallerini görmeye. Hak etmiyorsun bunların hiçbirini. Kendini yiyip bitiriyorsun yalnızca. 
-Bitirdim, ben de yeniden doğurmaya çalışıyorum. Zaten bittim. Zaten sersefil bir haldeyim. Çok belli değil mi canımın ne kadar acıdığı. Ne olursun bana yardım et! Diyemem. Diyemem kimseye. Yardım dilendim, bir boka yaradı mı sanki? 
+Hope leaves, expectations explode, you stay with your own damnation.
-Opeth. And I know, you'll never return this place. 
+Üzgünüm. 
-Fark eder mi üzgün olman. Herkes bir noktada yok olacaktı zaten. Vaden erken gelmiş oldu. 
+Fakat bu seni herkesten ve her şeyden daha fazla yaralıyor. Bitişleri kabullenemedin ki sen hiç. 
-Ne yapalım, elden bir şey gelmez. (Yavaş yavaş taklitler başlıyor, seyirci yerini alıyor gibi görünüyordu.)
+Getir. At şu son atışını. Atarsın. Ölme ne olursun. 
-Biliyorsun. Son şansım. Son bir kez daha, deneyeceğim. Hayatı beceremezsem ben de yanına geleceğim. Bu bir karar değil yanlış anlama, bu yürüyebileceğim tek yol. 
+Hayır, hayır, hayır. Beceremezsen yanıma falan gelmek yok. Aklından çıkart şu saçmalıkları. 
-Paint me a room, where I can dream. Dream of a road, that I used to see. 
+Epitaph. 
-Epitaph. 
+Hayır, ölemezsin. Ölme. 
-Mecburum. Başaramazsam eğer yanına gelmekten başka çarem yok. 
+Seni kabul edemem, vaktinden önce gelen kimseyi kabul edemem. Hem beni öldüren sendin, ben yaşıyorum, nefes bile alıyorum. Yapamazsın, sevdiklerine bunu yaşatamazsın. 
-Sevdiklerim beni anlarlar. Hem onlar da yeterince üzülüyor ve acıyorlar benim bana olan davranışlarıma. Kendime eziyet çektirmekten başka yaptığım bir şey olmadı şu yaşıma kadar. 
+Sen de bırak kendine zarar vermeyi. 
-Ne basit anlatıyorsun. Left me with the pills! 
+Gittim ama geri geldim bak. Gitmem bir daha. 
-Kim kabul etti seni? Yaşamıyorsun sen. Sen ölüsün, seni yalnızca hayal ettiğimin bilincindeyim ben. Derinlerde bir yerdesin fakat nefes almıyorsun. 
+Beni bırak, nefes almaya bak sen. Ben nefes alıyorum, yanında değilim diye nefes almayı bırakmadım ki.
-Öldün işte ne saçmalıyorsun? Nefes almak da canımı acıtıyor artık. Son bir kez daha deneyeceğim yaşamayı. Anıları son bir kez olsun bir köşede saklayıp, kutuyu açmamayı seçeceğim. Fakat nereye kadar? Ben ölmek istiyorum Aden. 
+Farkındayım. 
-Bana acıyın istemiyorum. Ne yapıyorsam kendime, inan bana. 
+Biliyorum Kee. Hani uçacaktık? 
-Hani yanımda olacaktın? Hani insanlar iyiydiler. Hani hak ediyorduk biz de hayattan bir şeyler kazanmayı?
+Hâlâ hak ederiz. Benim intikamımı alırsın sen de, ne dersin?
-İntikam saçmalıktan başka bir şey değil. 
+Değmediğini biliyorum hayatın. Yaşamanın anlamsızlığının farkındayım. Nasıl algıladığını biliyorum ama yapma! Ölemezsin.
-Sonsuzluğa uçarız biz de. 
+Ergen ergen konuşma yine. Sikeyim ki uçarız, sen iste uçarız.
-Ben büyüyemedim ki. 
+Gelecekten bu kadar mı çekiniyorsun? Bu kadar mı korkuyorsun insanlardan? Bu kadar mı nefret ediyorsun kendinden? 
-Kendimi çok seviyorum. Bu yüzden acıma son vermek kendime yaptığım bu hayattaki tek iyiliğim olacak. 
+Olmayacak, yanılıyorsun. Ölümü gördün, etkilerini de gördün. Hiçbir faydası olmayacak ölümün kimseciklere. 
-Sana inanmıyorum.
+Gözlerine inan o halde. Ölenin arkasından döktüğün göz yaşlarını anımsa. 
-Senden nefret ediyorum. 
+Kendinden nefret ediyorsun. 
-Hiçbir sebebi kalmadı uçmanın. Hiçbir anlamı kalmadı. Uçmak da istemiyorum artık, yalnızca canım yanıyor anlasana.
+Ruhun var. Ruhun yaşıyor. Ölmedin hala, savaşıyorsun. Bunlar değerliler. İnan bana değerliler. Ne olursun ölme. 
-Çok, çok fazla bu acı artık. Başka bir çözüm bulamıyorum. Boğuldum. Gerçekten boğuldum. 
+Git o halde.
-Kendimi bırakamam ki, o da benimle gelecek. Nereye gidersem gideyim, ben yine benim dediğin gibi. Ben lanetliyim.
+Kendini değiştir o halde. 
-Kolay mı sanıyorsun? 
+Kolay olmadığını biliyorum. Denemeden, çabalamadan, yaşam nasıl geliyorsa o şekilde yaşa gitsin. Benim yaptığımı yap sen de. 
-Son bir shot işte, son kez deneyeceğim. Yapmalıyım. 
+Umudun var. 
-Umudum yok. Amacım yok. Hevesim yok, isteğim yok. Ne uçmak, ne yere yapışmak.. İsteğim yalnızca silinip gitmek.
+Amaçlar sensin. 
-Umutsuz olan da benim.
+Kırıldın mı o kadar?
-Darmadağın oldum.
+En büyük suçlu kim?
-Benim.
+En büyük sorumlu kim?
-Benim. 
+Kimi unutamayacaksın en çok?
-Bilmiyorum. 
+Kim seni unutmayacak?
-Silinip gideceğim yalnızca, hiçkimse muhtemelen. Herkes bir noktada silecek ve tamamen yok olmuş olacağım. 
+Çok mu saygısızlık ettiler?
-Ağzıma sıçtılar. 
+Nasıl sen sorumlu oluyorsun o halde?
-Herkesten çok ben sıçtım da ondan. 
+Zor muydu?
-Hayır. İçimden bu geliyordu. Ruhum yok olmaya meyilliydi. 
+Seni ölüm neden kendine çekiyor?
-Sebepsiz fakat anlaşılabilir. Acı, yas ve ölüm paralel ilerliyor nasıl olsa. Sebep veremesem bile bana ait acıların bende yarattığı yası kaldıramayışımdan dolayı ölümü seçtim diyebilirim. 
+Sen yas tutmuyorsun, yas yaratmak istiyorsun. 
-Belki de. Terk edilmiş bir balon.
+Sen kendini terk edeceksin. 
-Alışığım, bünyem şaşırmaz. 
+Garipsediğim hayat dolu oluşun. 
-Hayat doluyum. Her gün gözlerimin içi parlıyor. 
+Aşık mısın hayata? 
-Var bir nefret-aşk ilişkisi. 
+Ya pes ettiğine pişman olursan? 
-Olurum belki. İsyan çıkarttı ergence der geçersiniz. 
+Kafam karıştı. Neden nedir hâlâ anlamıyorum. 
-Tek sebep, tek suçlu olan, tek sorumlu benim. Hiçkimse değil ölümümden mesul. Zaten her sorunun içerisinde neden değil de niçin sorusunu bilebiliyor olmak değil mi asıl mesele? Nedenleri merak etme, niçinine bak. 
+Niçin o halde? Ne sebeple yok olmak istiyorsun, dürüst ol artık.
-Hep dürüsttüm. Ölmek istiyorum yalnızca. Bu şekilde hayatımın ancak anlamlı olabileceğine inanıyorum.
+Başka hiçbir şey anlamlı hale getiremez mi?
-Getiremiyor. Yapamıyorum, tutturamıyorum bir düzen anlasana. Her şekilde çok büyük bir acı ve yas içindeyim kendimi bildim bileli. Bunun kaynağı nereden geliyor bir türlü çözemedim, yaşamak acı veriyor. 
+Hep mi verdi?
-Hayır elbette, nefes aldığım zamanlarım oldu. Geçti gitti hepsi, yine alacağım ama ne faydası var? Ne anlamı var yine böyle acıtırken. 
+Acımasız dünya.
-Kaldıramıyorum bu kadar acıyı. Tüm insanlığın acısı bende toplandı sanki.
+Toplanmadı mı? Tüm acı çeşitlerini yaşattın kendine.
-Pişman değilim, ölememiş olmak tek pişmanlığım.
+Uzaklaşma hayattan. Biraz daha sık dişini, söz veriyorum güzel şeyler olacak. Sebeplerin ne olursa olsun, ne amaçla böyle bi işe kalkışıyor olursan ol yine de pişman olacaksın.
-İsteğim güzellikler değiller ki. Hem hep bir şeyler eksik kalacak zaten dediğin gibi. Hiçbir zaman alışamayacağım vedalara. Her daim pişman olacağım işlere bulaşacağım.
+Sen de tanışma kimseyle. 
-Sosyalliğe muhtacım, ben bir insanım. 
+Tamam zaten yeterince insan tanıyorsun. Daha az sosyal biri ol, hali hazırda tanıştıkların yeter sana. 
-Son bir şansım var diyorum, gömdün hemen beni. 
+Basamak basamak gidelim mi? Dürüst olacak mısın sözlerinde? 
-Elbette ne istersen. 
+O halde uyarılmış emisyonu tanımla bana en kısa haliyle, 1 dakikan var. 
-Uyarılmış emisyon mu, şu fizikteki konu mu? Fakat onu kavrayamadığımı biliyorsun. Hem ne alakası var şimdi konumuzla?
+Çok alakası var hem de. Sil bakayım o göz yaşlarını hadi. Aptal aptal konuşacağına zihnini meşgul et biraz. 
-Aa şapşal, bildiğin halde kafamı meşgul etmeye çalışıyorsun.
+Hayır, hayır. Yalnızca hayata bağlı olan tarafını, cevherini ortaya çıkartıyorum. Hiçbir zaman anlayamadığını biliyorum, tek başınaydın çünkü. Artık ben varım bak, şu an kavrayabiliriz. Zeki sayılmam ben de, zorlanırım kavrarken bilirsin. 
-Zeki değilim diyorsan ben sıçtım. 
+Saçma saçma konuşma. 1 dakikan var. Başlatacağım birazdan. Madem son bir şansın var, ben de sana son bir şans tanıyorum yanında kalmak adına. Gerçekten çaba gösterecek misin merak ediyorum açıkçası. 
-Kumar buysa eğer her şekilde kalman tarafında olacağımı biliyorsun. 
+İnanıyorum, gözlerimle görmem lazım gözlerindeki yaşam alevini. Başla.
-1 dakikam varsa eğer bakabilirim değil mi ne olduğuna, heh tamam bekle sen. Telefonum.. Buldum. Uyarılmış emisyon nedir? Heh çıktı. Gelen ve yayınlanan fotonların frekansları ve dalga boyları eşit olur. Enerjileri aynı olan bu iki foton iki atomu daha zorlar böylece 4 foton oluşur. Bu olay tersine birikim olayı sonlanıncaya kadar devam eder. Bu olaya uyarılmış emisyon denir.
Emisyon nedir ki?
Tamam o da yazıyor bak. Uyarılmış halde bulunan atom, iyon veya moleküllerin belli dalga boylarında ışınlamalar yaparak daha düşük enerji seviyelerine geçmesine “emisyon” denir. Ah tanımları okusam bile anlamıyorum. Kafam yandı yine, emisyon ne, iyon ve moleküller dalga boylarında ne ışıması yapıyor? Dalga boyunda ışıma yapmak ne? Tamam gel seninle bir anlaşma yapalım. 
+Son 5 saniyen. Neymiş teklif? 
-Süreyi boşver, gel birlikte tartışarak ne olduğunu öğrenelim. Söz veriyorum anlayana kadar peşini bırakmayacağım. 
+Söz mü, son 1 saniye, benden de 2 saniye daha.
-Söz veriyorum, söz. Lütfen, bırak süreyi. Geriliyorum böyle geri sayımlarda, birazdan kriz geçirirsem şaşırma. 
+Pekala. Uyarılmış ve kendiliğinden emisyon diye iki başlığımız var değil mi? 
-Evet, açıyorum tanımları. Yavaş yavaş ilerleyelim. Öncelikle bir atom uyarılırsa eğer on üzeri sekiz saniye içerisinde temel enerji seviyesine geri dönüyor. Çok kısacık kısacık bir sürede kendisini toparlıyor. İşte bu yaptığı olaya da kendiliğinden emisyon diyoruz. 
+Atomun uyarılması nedir ki? 
-Normalde temel haldeki atom sayısı, bir üst uyarılmış halindeki atom sayısından fazladır. Atom bir üst enerji seviyesine çıkıyorsa, uyarılmış oluyor. Uyarılmış bir atom, temel hale dönerken ışıma yapıyor.  
+Şimdi temel halde çokça atomlarımız olsun ve burası Enerji seviyesi 1 olsun. (E1) Atomların daha az bulunduğu enerji seviyesi 2 olan (E2) bir üst enerji seviyesindeki atomların farkı kadar uyarıcı foton gönderdiğimizi düşünelim. (E2-E1 kadar Uyarıcı foton gönderilirse) 
-Bu noktada atomlardan biri, fotonlardan birini yutuyor. Yani iki enerji seviyesinin arasındaki fark kadar bir foton gönderdiğimiz zaman atomlardan biri bir fotonu siliyor. Bu fotonu yiyen, yutan, sömüren, emcüren atom bir üst enerji düzeyinde uyarılır. Fakat sorun var. 
+İkinci enerji seviyesi diye bahsettiğimiz yerde kararlı bir halde duramayacak. Çok çok çok hızlı bir şekilde temel hâle geri dönecek. İşte bu noktada uyarılmış halden, temel haline geri dönerken de yine enerji düzeylerinin arasındaki fark kadar bir foton yayar etrafa. Işıma yapardan kastımız buydu, foton yayması. Kararlı kalamadığı için, temel enerji düzeyine hoppalak geri dönüyor ve dönerken de foton yayıyor. 
-Şimdi yutulan tarafın yani yutulan bir fotonumuz vardı onun adı, uyarılmış fotonken, en sonunda temel hale dönüş yaparken atomun yaydığı fotona da yayılan foton diyoruz. 
+Yani bir foton girer, bir foton çıkar. 
- Giren ve çıkan fotonlar arasında bir gecikme var. Yani faz farkı vardır. 
+Fakat bu hâlâ uyarılmış emisyon değil. Bu ışımaydı. Kendiliğinden emisyondu bu. Ben halen uyarılmış emisyonu merak ediyorum. 
-O da şu şekilde oluyormuş sanırım, bazı özel maddeler varlarmış efem, bu maddeler çok çok uzun süreler boyunca uyarılmış bir halde kalabiliyorlarmış. Normalde on üzeri eksi sekiz demiştik zaten. Çok çok uzun bir süreden kastım da yalnızca 1 saniye gibi bir süre işte. 
+Şimdi normalde atomlarda E1 enerji seviyesindeyken E2 enerji seviyesine göre daha fazla atoma sahiptiler. Fakat tersine bir birikim mevzu bahis burada. E2 enerji düzeyinde atıyorum, daha fazla atom bulunmakta. 
-Tam bu noktada anlıyoruz ki, uyarıldığında E2-E1 enerji seviyesi farkı kadar normalde hani temel halden uyarılmış fotonları yiyor ardından temel hal düzeyine geri dönüyordu ya, heh şimdi de temel haldeki atomları kendisine doğru çekiyor. İşte bu noktada üst uyarılmış hal düzeyinden, temel hale doğru ilerleyen atomlar da önceki gibi uyarılmış fotonu yiyip yalnızca yayılan fotonları yaymıyor. Hem uyarılmış fotonları yemiyor, tabağını ters çeviriyor, yemeyi reddediyor, hem de yayılan fotonlar dediğimiz bir foton yayıyor. 
+Özetle 1 foton girer, 2 foton çıkar. Ne garip. 
-Evet, lazer mantığı böyle işliyor sanırsam. Radyoaktif maddelerin kaynağındaki alfa, beta ve gama ışınlarının ışıması da buna bağlı sanırım. 
+Tamamen buna bağlı değiller onlar ilişikliler diyelim hadi. Pekala özetleyelim mi? 
-Bir üst enerji seviyesine eğer ki uyarılırsa tin tin çıkıyor bir atom. 
+Tin tin çıksın bakalım. Çıktıktan sonra, bu durumu korumak isteyecek yani kararlı olmak isteyecek. 
-Ama bir üst enerji seviyesinde kararlı bir halde kalamıyor değil mi?
+Kalamıyor. Anında yani saniye hatta saliselik bir absorbsiyon yapabiliyor ya da ışıma yaşanabiliyor. 
-Radyoaktivite dediğimiz şey de zaten atom çekirdeğinin instabil hale gelmesinden ibaret. 
+Ah bak bu noktada işler sarpa sarıyor işte. Bu harbiden etkileyici bir konu ki atom çekirdeğini dış müdahelerle bildiğin üzere instabil hâle getirebiliyor insanoğlu. Müthiş bir kaynak. 
-İşte bozunma sırasında da müthiş ışınlar var. 
+Alfa, beta, gama. Bir tomar ışın geçiyor ve başka başka etkileri var. İnsanlar hayatlarını adadılar bunları bulabilmek için. 
-Keşif mi demeliyiz buna? 
+Bilmiyorum, sanırım zaten halihazırda varolan ışınlardı bunlar biz yalnızca bilgisini edindik. Buna keşif denilebilir mi emin değilim. Açıkçası ilgilendiğim kısım motavisyonları oldu nedense. Ayrıca motifleri çok hoş. Söyle bakalım, ben niye seni zorladım bu kadar?
-Ondan ziyade niçin biranda kafamı bunlarla doldurduğun?
+Elbet bir sebebim var. 
-Sebepli mi olmalı her şey?
+Olsa güzel olurdu, olmaz. Sebebini bilmediğimiz ve ömrümüzce öğrenemeyeceğimiz tonlarca şey varken tartışmasını yapmalı mıyız?
-Yapmamalı mıyız? O bahsi geçen adamlar yapmadılar mı yıllarca? 
+Sen Aristo olma derdindesin, her konuda bilgi sahibi olmak istiyorsun. 
-Fizika yazamaz mıyız biz de? Hani potansiyelimizin altında hayaller kuruyorduk? 
+Edebiyat yapma bana. Sen değil miydin hayal dediğin şey zaten insan potansiyelini aşar diyen? Zaten hayaller potansiyelimizle ölçütlendirilebilse hayal olmaktan çıkar, gerçekleşebilme ihtimali olan şeylere dönüşür diye benimle saatlerce sen tartışmadın mı?
-Güzel söylemişim, hâlâ aynı şeyleri düşünüyorum. 
+Güzel tabii, yaratıcılığın sınırı olmaması gerekiyor fakat insan gözüyle görmediği şeyin bile rüyasını göremezken, hayalinde nasıl kendi potansiyelini aşacak?
-Bu adamlar yapmışlar. Şunu yapsam bunu yapsam diye denemişler. Eninde sonunda da potansiyellerini aşan, kendilerinin bile farkına varamadıkları çok büyük şeyler üretmişler. Onlar da farkında değillerdi ama denerken bulmuşlar. Ben de bunu diyorum işte, son shot deneme sonra sorgulama olsun. 
+Deneme sonra sorgulama nedir?
-Olumsuzluk ekini demiyorum ya, vurgularımı değiştirme. 
+Öyle söyledin Kee. 
-Şu güne kadar beni biliyorsun, allahına kitabına atomuna cartına curtuna her şeyine kadar sorgulamadım mı? Buna neden insanoğlu "a" demiş diye kafam patladı, günlerce düşündüm. Her günüm sorguyla, şüpheyle geçti benim. 
+Ne var bunda? Herkes sorgular. Sen biraz fazla düşünüp, kafaya takıyordun. Hem her zaman kafanda bir sorunun olması gayet güzel, kıvrımları çoğaltıyor olmalısın bu bakış açısıyla. 
-İyi hoş, ne güzel. Bana bunları öğrettin, ben de uyguladım. Bak neredeyiz ikimiz de? Sen ölüsün, ben de intihar mektubumu yarıladım. Son bir paragrafım kaldı, sonra göçüp gideceğim bitirebilirsem. 
+Bitiremezsin sen yamuk yazmışsındır, hele a4'e yazdıysan eyvahlar olsun, paragraflarca laf vardır orada. O edebiyattan şu retoriğe hayvan gibi sömürü vardır o yazıda. Yamukluğa takılırsın sen hem mükemmel olsun diye eğik yazı kullanmışsındır. Baştan yaz işin gücün yoksa. 
-Ne kadar iyi tanıyorsun beni ya. Şaşırıyorum bazen. Tamam olabilir, takıntılı olabilirim el yazmalarına. Konumuz o değil odağını kaybetme benim gibi ota boka. 
+Bozma ağzını. 
-Bok dedim lan, valideni mi ortaya sürdüm?
+Toparla bakalım o ağzını, acı biber geliyor. 
-Cuşka olsun lütfen, süs biberi isterim. Arnavut biberine bayılırım. 
+Aynı cümlede üç eş anlamlı kelime kullanarak hiçbir şey anlatmadığın için seni efesle kınıyorum. 
-Efes değil esefle kınıyorsundur. 
+Yok ben seni efesle kınıyorum, al iç dolaptan efesini. 
-Efes içmem ki, carlsberg yok mu? Ayrıca konuyu dağıtma bana. 
+Heh buyur söyle müthiş kurgulanmış cümleni, içinde kalmasın. 
-Bugüne kadar hep düşündüm ulan ben, artık yapıp ardından düşüneceğim. Bunu söyleyecektim izin verseydin. 
+Ne yapacakmışsın? Önce yap, sonra düşün mü? Hee sen o yüzden bodoslama atlıyorsun artık her lafa. Düşünerek konuşan insandın sen, küfürle doldurmaya başlamışsın sözlerini. Bir gariplik olduğunu sezmem lazımdı. Ben depresyon kaynaklı saçmalıyor diyordum sen motivasyoncu abilere dönmüşsün. 
-O ne lan öyle, boş konuşma. Gayet makul benim gibi denemekten kaçanlara. 
+Nereye kaçacaksın sanki, eninde sonunda buluşacağız seninle. Eninde sonunda yanıma geleceksin. Muhtemel intiharla, yüksek ihtimalle yatağında uyurken. 
-Çok güzel bir ölüm uyurken gitmek. 
+Kaç kere öldün len? 
-Çok kere. 
+Bak ben bir kere öldüm, senin kadar cüretkar konuşamam. Harbiden müthiş oyunlar oynuyorsun istediğinde kelimelerle. İstemiyorsun sürekli konuşmak, konuştuğunda da oturtuyorsun alttan alttan. Bu da bir erdemdir, tebrik ederim. 
-Teveccühünüz, sokarım elbet. 
+Sen bira iç ya, kafa açıyorsun. 
-Açık kafa iyidir, kafan olduğunu gösteriyor en azından. 
+Kapalı ama açık işte. Hem uykulu hem uykusuz. Hem demans hem megazeka. 
-Şu kafası kocaman eleman mı?
+Homoerectus Kee. 
-Homo, erectus. Homo, habilis. 
+Habil ve kabil. 
-O başka lan. 
+Aynı beya. 
-Neresi aynı len, Kabil kardeşini öldüren, öz kardeşine pıçah çeken değil miydi?
+Yok homo sapienstir o, homo habilisim yapmaz öyle şeyler. 
-Homo habilisin muhtemelen kardeşini çoktan pişirip yemiştir. 
+Seni de mi yahni yapsak bir gün ya, çok canım çekiyor. 
-Aman ne komik, ukala..
+Dinime söven müslüman olsa..
-Teist değilim anla artık ya, ne ayıp bu sözler. 
+Dipsişizm diyorduk biz bir aralar seninle, elektromanyetizma tartışıyorduk, hangi ara bu hâle geldik yine? 
-Ay lanetli kısımlar bunlar, girsek çıkamayız, girecek potansiyel de bizde yok, ne yapalım gündelik konuşmalara dönüyoruz biz de ister istemez. 
+Belki de şu dünyada dipşisizmle intiharı oradan da Tsubasayı bir tek seninle konuşabilirim Kee, saçmalama istersen. 
-O da benim özelliğim olsun, bırak. 
+Ee karar verdin mi, ne zaman geliyorsun yanıma?
-Gelmeyeceğim, iyi böyle seninle uzaktan konuşmak. Ben kitap okurken saçımı çekemiyorsun böyle olunca. 
+Saçlarını seviyordum ben yalnızca, böyle mi hatırlıyorsun beni gerçekten?
-Saçmalama Aden, öyle hatırlar mıyım? Seni özlememek için aldım makası girdim saçlarıma. Görmüyor musun saç falan kalmadı. 
+Görüyorum, yakışmış. 
-Saçlarını kestin diye senden ayrılıyorum diyen sen değil miydin? Şimdi yakıştırdın mı? 
+Meh, boş laflar etmişim. 
-Boşsun çünkü. Ruhun yok ki senin. Hiç olmadı ruhun. Benim gibi bakamadın ki hiç. 
+Şimdi bakıyorum işte. 
-Ölüsün ölü, şimdi ruhun olsa ne fayda? 
+Ruhum ölümsüz ama bak, hafızanda dolaşıp duruyorum sonsuza dek. Hem metaforik bi ölüm benimki, gerçekler acıdır sen tadına bakmazsın.
-Ben ölümsüz müyüm Aden, sen de silinip gideceksin bir gün benimle birlikte. 
+Doğru değil, niet! Ruhum yaşayacak benim! Bazıları kalıcı olmak zorunda!
-Yükselme hemen tamam tamam en kalıcı sensin. Sen sonsuza dek yaşayacak ve hatırlanacaksın. 
+Söz mü?
-Çabam bu yönde. Seni satmam, seni değişmem, seni pazarlamam, hikayemizi anlatacağıma söz verdim. 
+Söz mü dedim!
-Söz yahu, söz. 
+Getir bir bira o halde, şenlenelim. 
-Kalk kendin al biranı, bana da getir bir tane. 
+Ama benim ellerim yok ki, ölüyüm ben.
-Bütün işleri oldun olası bana kitledin zaten, tebrik ediyorum. İyi ki bi ölü kıldık seni.
+Boşuna beyazlatmadım saçlarını. 
-Beyazlamaz benimkiler. Ben severim sevdiğimin kederini de yükünü de, koymaz bana. 
+Ne bu laflar ya, hangi mahallenin abisi ile görüşüyorum acaba?
-Koymaz Aden, artık yapılan zerre yorum koymaz. İnsanlara olan inancımı ve güvenimi biranda kaybettim ben. 
+Biranda değildi be Kee. Çok üzerine geldik senin. Hepimiz çullandık başına. Dayanamadın, senin de bir sınırın vardı. 
-Bak ben senin gibi ölmedim. Başım dik yaşıyorum. Pes etmedim ben. 
+Ettin. Kimseye sezdirmemek için elinden geleni yapıyorsun yalnızca. 
-Yeterince güzel bir taklit yapabiliyor olmak yeter bana. 
+Kıpkırmızısın hâlâ. Hiç değişmiyor suratındaki aptal gülümseme. 
-Hâlâ aptalım yalnızca artık eski umudum yok. 
+Var derinde bir yerde bir şeyler ama çok örtmüşsün üzerini. İnsanlığı bırakmışsın bir köşeye, hiçkimseye güvenmez mi bir insan, kendine güven bari değil mi? 
-Herkese güvenirim de kendime güvenmem biliyorum kendimi. Fakat insanlar da kabul etsinler, güvenilmez canlılar olduklarını. Niçin küstün diye sormasınlar, haliyle küstüm ve haliyle yıprandım her bir vedada. 
+Kafanda olanları keşke bilmiyor olsaydım. Üzgünüm. Silemem hafızanı, silemem anıları fakat alıştırabilirim seni. 
-Alıştırma beni. Alışmak istemiyorum. Belirsizliği kaldıramıyorum artık.
+Belirsizlik, Heisenberg?
-Walter White?
+Yes, Mr. White!
-Belirsizlik dediğimde Heisenberg değil Schrödinger geliyor üzgünüm. 
+Hâlâ aynı soru mu var kafanda?
-Hiçbir şey değişmedi. Sonsuz bölü sonsuz kadar merak içerisindeyim. Bohr ya yanılmadıysa, ya gerçekten bir düzen varsa. Matematiksel olarak bir açıklama getirdiğinin farkındayım Schrödingerin, az çok quarkları biliyorum. Hesaplamasını henüz, bak henüz diyorum açıklayabilecek hatta kavrayabilecek bir güçte değilim ama Bohr'a bile karşısına çıktıklarında yaptıkları açıklama çok belirsiz. 
+Eğer bir elektronun nerede olduğu ve hızını doğru tahmin edebiliyor olsaydık, o halde geleceği de görecektik. 
-Dolayısıyla bir elektronun hem hızını, hem de konumunu tahmin edemeyiz, bu bir belirsizliktir. 
+Fakat sen bu kuantum mekaniğinde de bir sır olabileceği kanısındasın.
-Secret kitabındaki gibi bir sırdan bahsetmiyorum. Hangi kardeşlerdi, sen bilirsin ya, şu su dalgalarının hareketlerini açıklayan kardeşler. 
+Ah, ah biliyorum evet. İsimleri neydi hatırlamıyorum ama su dalgalarının aslında doğrusal bir hareket yapmadığını öne sürenler. Aslında noktasal bir müdahele yaptığında suya, dolayısıyla dairesel dalgalar çıkartmış oluyorsun. Doğrusal bir cisimle diyelim kalemle ola ki bir su dalgasına titreşim gönderirsen, biz doğrusal hareket ediyor gibi görüyor olsak da, aslında o kalem de sonsuz noktadan oluştuğu için, sonsuz dalga oluşturuyor. Su dalgaları doğrusal hareket yapıyor gibi görünse de aslında dairesel hareketler sergiliyorlar. 
-Buradan da zaten katarlar, düğümlerle müthiş görsel zevk veren bir seyir ortaya çıkıyor. Üstelik hesaplaması bile var ve anlayabileceğimiz kadar basit bir düzeyde. Bir dalganın nerede sönümlendiğini, eş fazlı iki kaynaktan çıkarttığın su dalgalarının kaynağa olan uzaklıklarını, o dalgaların nerede birbirlerini sönümleyerek nerede çukur veya tepeler üretebileceğini hesaplayabildiğin gibi simetrik müthiş görünümlü bir görsel de sunabiliyor sana. Mükemmel o görüntü, tek kelimeyle muazzam. 
+Sakin ol tamam. Katar ve düğümlerin hesaplanabilir oluşu gerçekten müthiş. Zaten elektronların da bir üst enerji seviyesine geçmelerini konuşmuştuk seninle, o da benim psikopatı olduğum konu. Elektronlar da bu örneğini verdiğin su dalgaları gibi dalgasal özellik gösteriyor, yalnızca tanecik özelliği değil. Asıl beni şaşırtan bu iki ortak yönleri oldu. 
-Evet pek garip. Bu noktada elektronların acaba katarlarını ve düğümlerini hesaplayabilir miyiz, dolayısıyla bu noktada acaba Bohr haklı da bir şekilde bir formülle veya bir hesapla bu elektronların bulunduğu yeri dolayısıyla geleceği tahmin edebilir miyiz sorusu kafamı çok kurcalıyor. 
+Belirsizlik demiştik yalnızca yine konuyu nerelere çektik senin yüzünden. 
-Sen açtın be konuyu.
+Ben Heisenberg dedim, senin anlatasın varmış. 
-Ben deli gibi dalgaları konuşmak istiyorum.
+Biliyorum. Bana da bira getir bari, ölüyüz senin için ama içerim bir efesini.
-Kaç defa söyleyeceğim ya, efes yok bende Carlsberg var. İçersen getireyim. 
+Öldüm diye bira zevkim mi değişti benim? Ne zaman carlsberge hayır dedim ben?
-Kiminle nerede, ne halt yedin yıllardır bilmiyorum. Ne hallere düştün bilmiyorum. İzin ver de değişmiş olduğun kanısına varayım, ben bile değiştim. 
+Saçların gitmiş bir tek. 
-Saç deme bana, sırf saçımı kestim diye yine beni terk edeceksin diye korkuyorum.
+Korkma, korkma. Sırf saçını kestin diye dünyayı terk edeceğim. Evreni genişleten sana olan nefretimden ibaret. 
-Aman ne kadar komiksin, bardakta mı şişeyle gömçürtür müyüz?
+Dök ya bardağa, keyfi çıksın. 
-Sen bilirsin. Tamam şimdi dalgaları deliler gibi konuşmak istiyorum ben, bir kere bu salak saçma diye yargıladığım dalgalardan kaç tane var?
+Salak saçma mı, bak ben bunu hiç duymadım senden. Yenilerde mi söylüyordun?
-Saçmalama, ne zaman dalga konusu açsak salakça dalga esprisi yapar geçerdim. Nefret ederdim çünkü güzelliğini, muhteşemliğini bilmiyordum. 
+O salak saçma eğitim sistemi yüzündendir. Ezberleyip geçmişsindir, çok fazla çizim var diye sevmemişsindir. Aslında sen çizim seversin. 
-Çizimle bir mi be? Birinin gelip sana şunu çiz demesi var, ilhamını kendin oturtup istediğin zaman istediğin şeyi çizmek var. Bambaşkalar onlar. 
+Yine de dalgalar konusu tam senlik. Elektromanyetizma da tam senin konun aslında boşlukta yayılmama, ışık hızına ulaşma, görülebilir ışık düzeylerine sahip olma vs. 
-Görülebilir ışık düzeyi değildir o ya. 
+Ne ise ne! Lise müfredatını açıp kontrol edemeyeceğim şimdi tabirleri. 
-Paso falsoya düşüyorsun Aden, hayırdır? Müfredatta da bulunmuyor ya bunlar kuzum. 
+İlla gelip seni öldürmemi istiyorsun. 
-Mümkünse lütfen.
+Ölürsen eğer nasıl dalgaları araştıracaksın?
-Bilmiyorum. Öldüğümde düşüneceğimi sanmıyorum. 
+Ben öldüm, bak düşünebiliyorum. 
-Sen ölmedin, seni öldürdüm. Arada fark var. 
+İlk defa itiraf ettin kanlı canlı bir et parçası olduğumu. Gelişme var sende. 
-Dalga geçme de dalgaya bak. Hatta dalgana bak. Hem dalgalandım duruldum esprilerimi unuttun mu? Dalgayı saklayalım esprisi de yapmadım henüz..
+İğrenç mizahını bırak artık ya. Kaç yaşına geldin sen. Hâlâ bir gram ilerletemedin şu şakaların kalitesini.
-Sorry. Bak hadi kaç çeşit dalga olduğuna.
+Tamam, tamam. Kaç saattir koyamadın birayı sen de. 
-Koydum bile salak, sen yanına bir şeyler atıştırırsın diye çerez koyuyordum. Yargını sikeyim.  
+Dilin iyice çözüldü senin ya.
-Seni düşünüyorum yine ben çok küfür ediyor oluyorum.
+Ediyorsun.
-Etmeyeyim mi, ne fark eder etsem de etmesem de?
+O kadar sikme, biraz bize de bırak..
-Espri anlayışıma laf edene bak sen. 
+Dalgalar diyorduk. Mutfağı sen masaya taşımadan önce seni kitleyeyim de buraya gideme bir yere.
-Dur dur, dur. Şu cipsleri de getirip geliyorum iki saniye bekle. 
+Mehhh, senin dalgaları konuşasın falan yok, bana hava civa yapıyorsun.
-Civa termometrede.
+Cahil misin civalı termometre mi kaldı?
-O zaman civa bak şu ton balığının içinde. 
+Bu maalesef ki doğru. Ton balığı sevdiğimi unutmamışsın.
-Ben koymadım balıkların içine, benim problemim değil insanlığın bir sorunu. Sen değil ayrıca, ben seviyorum diye masaya koydum.
+Ya senden daha fazla insanları düşünen var mı da konuşuyorsun, sanki umurunda değilmiş rolü kesme bana. 
-Sen zaten yemezsin, başkaları yiyor rollerimi. İyi kesiyorum aslında, inandırıcı oluyor. Sen ton balığı ye, boşver beni.
+Birlikte yiyelim. Ayrıca teşekkür ederim beni davet ettiğin için.
-Davet etmesem gelmeyecek miydin? Çat kapı gelmeyi biliyorsun her gün. 
+Şu sıralar öyle gerekiyor.
-Öyle gerekiyor çünkü yine başka bir yere yolculuk var değil mi? Yine gideceksin. Biliyorum ben zaten, hiç açıklama. (Koca bir yudum alır biradan Kee.)
+Sağlığımıza diyelim mi?
-Demeyelim. Elektromanyetik dalgalar, su dalgaları, yay dalgası, elektron hareketi aklıma başka dalga şeklinde davranan bir ışın gelmiyor.
+Işık? 
-Elektromanyetik dalgalara girmiyor mu o?
+Sanırım. Kontrol etmem gerekiyor. 
-Öğren bakalım.
+Tamam şimdi mekanik dalgalar ve elektromanyetik dalgalar diye iki gruba ayırabiliriz. 
-Biri dalgaların taşıdığı enerjiye göre; yayılması için ortama ihtiyaç duyan, enerjiyi içinde bulunduğu ortamda taşıyan dalgalar var bir de yayılması için ortama ihtiyaç duymayan, boşlukta yayılabilen dalgalar var. Elektromanyetik dalgalar ortama ihtiyaç duymazken, mekanik dalgalar ortama ihtiyaç duyuyorlar. 
+Ses dalgası örneğin, boşlukta yayılmıyor. 
-Evet, mekanik dalgaları sayabiliriz. Ses var. 
+Tel, yay, su, ses dalgaları diyebiliriz. 
-Tel dalgası mı? Bunu duymadığımı düşünüyorum, duyduysam da garip geldi.
+Nasıl yahu? Sen keman çalmıyor musun? Kemanın tellerine vurarak kaç defa gösteri yapmadın mı bana? Teli gerdikten sonra orada olan titreşim hareketi de bir dalga yaratmıyor mu? O da sese dönüşüyor..
-Aa, çok mantıklı o şekilde tel. Aklıma dümdüz bir tel geldi..
+Onlar da dümdüz teller zaten.
-İşte düşünemedim kullanılabileceği yerleri. 
+Biliyorum canımın içi, seni yargılamıyorum rahat ol. Seni bu dünyada yargılamayacak tek kişiyim biliyorsun. Elektromanyetik dalga türleri nelermiş?
-Onlar daha ilgi çekici kısmı işte. Radyo dalgası, mikrodalga, kızılötesi ışık, morötesi ışık, x-ışını, gama ışını. Sırasıyla mı saydım? Bir daha sayıyorum. Radyo dalgaları ki bunların dalga boyları en büyük olanlar, enerjileri en düşük olanlar. 
+Dalga boyu frekans arttıkça azalıyor, antagonist onlar. Ters orantılı. Enerji ile dalga boyu doğru orantılı mı? 
-Ya hepsini şu formül vardı ya hani hatırlarsın enerji eşittir h (planck sabiti) çarpı c (ışık hızı) bölü dalga boyu (lamda). Buradan bulabilirsin. Daha çok enerji için dalga boyu küçük olmalı. Sıralarsak; dalga boyu en büyük olan radyo dalgası, sonra git gide küçülecek. Ki sıralama da şu şekilde; Radyo dalgaları, mikrodalgalar, kızılötesi ışık (termal dalgalar da diyorlar), morötesi ışık (UV, ultraviyole ışınlar da diyorlar), x-ışınları (william röntgen abiye saygılar, röntgen de diyorlar) ve en son da en tehlikeli, en delici en geçirgen olan gama ışınları. 
+Görünür ışık da olması lazım arada bir yerde. 
-Ah, evet unuttum onu. 
+Pekala gama, beta, alfa ışınlarının hepsi buna mı giriyor?
-Sanırım öyle. Aa baksana, dalgaları sınıflandırmanın bir yolu daha varmış. Dalganın hareket yönüyle, ortamın taneciklerinin titreşim doğrultusunu kıyaslamak. 
+Hatırlıyorum bunu ben. Enine ve boyuna dalgalar. Sen de hatırlıyorsundur daha önceden bu örnekleri vermiştik birbirimize. 
-Hafızam gerçekten çok yavaş çalışıyor, üzgünüm. Bi an düşündüğümü geciktirirsem o an içerisinde unutabiliyorum düşünüyor olduğum düşünceyi. Saçma ama beni biliyorsun, kitlenebiliyorum bazen. 
+Ağzın kuruyor bilmez miyim, kekelemeye başlıyorsun ve aslında düşünüyor olmana rağmen ifade edemiyorsun hislerini. O anlara ilk defa şahit olduğumda gerçekten korkmuştum ne yapacağım şimdi diye. 
-Sakince bekle, bir reset atar düzeltirim ben kafayı o anlarda. 
+Öğrendim artık. Değişmemişsin. 
-Reset atmadan toparladım farkındaysan şu ana kadar. Geliştirdim kendimi bu yönde. 
+Neydi enine dalgalar? 
-Dalganın hareket yönü ile, taneciklerin titreşim yönleri birbirine dikse enine dalga oluyor. İşte şu saydığımız elektromanyetik ve yüksüz dediğimiz dalgalar hep enine dalga. Titreye titreye ilerleyenler işte. Ortamın taneciklerinin titreşim doğrultusuyla dalganın ilerleme yönü paralelse de boyuna dalga oluyor. 
+Aç yay dalgalarını bana. 
-Şimdi dalga dediğimiz şey, esnek bir ortamda yayılan sarsıntı. 
+Deprem dalgaları..
-Onu unuttuk. Milletin de unutuyor nasıl olsa. 
+Şimdi bir dalganın iletilmesi de moleküllerin titreşimi sonucu oluşuyor.
-Aa çift yarık deneyi. Bayılırsın sen buna Aden, hatırlıyor musun?
+Lise zamanları ya.. Unutur muyum, ilk 10. Sınıfta duymuştuk, 12. Sınıf konusu olmasına rağmen ne merak ederdik. 
-Gözlemlediğinde görünmez oluyormuş ulan, gözlemci ne önemli diye yorumlar yapardık. O gün bugündür gözlemci hikmetini çözemedik. Doppler effect. 
+Unutmadım, unutmam da. Tek yarıkla hatırlıyorum.
-Bendeki tüm yarıklar çift. 
+Görmek istemiyorum yenilerini.
-Göstermeyeceğim zaten.
+Yenileri mi var? Ulan ben seni denemek için demiştim bunu, ne demek yenileri var? Aç göster çabuk!
-Sen rol mü kestin bana? (Kee gerçekler karşısında şaşkınlıktan birayı düşürmüştü.) 
Hay sikeyim..
+Sakin ol. Bir şey yok temizleriz şimdi.
-Özür dilerim ben. Gerçekten üzgünüm.
+Abartma alt tarafı şişe kırıldı. Hey, saçmalama elini keseceksin! Bırak o parçaları alırız şimdi, uzaklaş!
(Kee yalnızca göz devirmekle yetindi)
-Tamam tamam hallettim. (Kee özenle yeri toparladı, sildi ve süpürdü. Sarhoş gibi bir hali vardı. Aden yalnızca vücudunda yine nereye delik açtığını düşünüyordu.)
- Üzgünüm, yalnızca.. şey sen taklit mi yaptın az önce? Bana yalan mı söyledin? Hayır bu gerçek olamaz. Her şeyi kabul edebilirim ama sen bana yalan söyleyemezsin. Bana söylemezsin sen. Sen herkes değilsin, tamam beni terk etmiş, ortada göt gibi bırakmış olabilirsin ama asla yalan söylemezsin.
+Söylemedim de.
-Ne o halde bu?
+Sen soruma cevap ver, yalan söylen sensin. Neresi? Göster çabuk.
-Hiçbir yer. Sen bana yalan söyledin. Aden bana yalan söyledi.
+Bak Kee, kabullenmen gereken gerçekler var. Bu da onlardan biri. Bu bir yalan değil, yalnızca bir taklitten ibaret. Hepimiz taklit yapıyoruz bunu defalarca kez tartıştık seninle. Yüzde yüz kendim olamam karşında. 
-Fakat öyleydin. Ne değişti ha? Benim yüzümden mi?
+Yine her boku üzerine alınıyorsun.
-Ne yapayım? Bana yalan söyleyen sensin, ne yapayım?
+Kabullen artık, bunlar yalan değiller. Lafın gelişi söylendi bunlar.
-Aynı şeyleri göriyoruz, aynı şekilde algılıyoruz hayatı. Benden saklayamazsın, fizyolojiye aykırı. Fizik kurallarına aykırı. 
+Aykırı olan sensin. Yıllardır kabul edemedin gitti hayatın düzenini. 
-Düzenmiş, kıçı kırık düzen. 
+Sen konuyu dağıtma da göster artık, aç bana vücudunu çekinme. Nereye yaptın yine? Ben hissedemedim, normalde sezerdim canının acıdığını.
-Acımıyor zaten. Hislerimi yitirdim artık, eskisi gibi acı çekmiyorum. 
+Kolundaki çizgi. O çizgiyi de sen yaptın değil mi? Handpoke iğnesi mi kullandın? 
-Evet makina alamadım henüz. Tamamlamam gereken çizgiler var.
+Taze yaranın üzerine dövme yapma sakın, biliyorsun değil mi ne olacağını?
-Biliyorum, senden daha iyi tanıyorum yaralarımı.
+Neresi, bacağına dokundum bugün ama hiçbir acı belirtisi göstermedin? Yine kasıkların mı? Kolların kapalı, üst kolun mu? 
-Hiçbiri. Yine göğsüm.
+Yine mi göğsün? Ah Kee, neden kuzum? Neden yapıyorsun bunu? Bu kadar mı saygı duymuyorsun kendine?
-Beni rahatlatıyor. Bunu sen anlayamazsın.
+Anlayamaz mıyım? Kee kiminle konuştuğunu unutma. Ben iyileştim, sen de iyileşebilirsin.
-İyileşemem ben artık, geçti o günler. Canım acımıyor zaten artık.
+Çok daha büyük bir duygusal acı içerisindesin. Kimse bilmiyor üstelik.
-Kimsenin bilmesine gerek yok, zayıfım diye yaftalanacağıma kendimi keser evimde otururum paşa paşa aç mi ilaç geçirinir giderim. Hiçkimseye muhtaç değilim ben, bana yeterim.
+Kimse özgürlüğüne ket vurmadı, kimse senin kötülüğünü arzulamıyor sakinleş.
-Yanılıyorsun, insanlar iğrenç yaratıklar. Ne yapacakları belli olmaz onların.
+Belki de ama kendine dön bir bak. Sen de insansın, ben de insanım. Biz böyle miyiz? 
-Bizden başkası yok zaten.
+Bu kadar bencil olamazsın.
-Bu kadar bencilim ve kötücül bir bencillikteyim. Maruz kaldığım bencillikler bana bu yolu öğretti.
+Buna ben de dahilsem eğer, bir çift yarık da bende aç Joung çift yarık görsün mezarında. Aç da şenlensin ortalık, iyilik coşsun gitsin.
-Senden bağımsız iyilik yok benim dünyamda. 
+Bana bu kadar hayran değilsin, kendini kandırıyorsun. Acınacak yer arıyorsun, insanların vicdan mastürbasyonları çabası seni tatmin ediyor. Beni allah katına çıkartarak kendi narsist kişiliğini saklamaya çalışırken daha da ele veriyorsun benliğini haberin yok. Kör olduğundan değil. Hırsın seni kör eden. 
-Hırsım insanlığa doğru. Fakat kinim, nefretim, acım ve yasım kendi üzerime.
+Bilmez miyim yüce gönüllülüğünü..
-Sen bilmezsin, o bilmez fark etmez. Ben biliyorum gönlümde olup bitenleri. Ben biliyorum pisliğini ve ben biliyorum kutsallığını. Beni yücelten de, beni yerin dibine sokan da benim. Bu bir sorundur, bu kadar kendimle ilgileniyor olmam bir sorundur. Bu ciddi bir problem. Anlayamazsın sen bunu.
+Beni başkalarıyla karıştırma istersen. 
-Sen, sen, sen. Hep sen. Senin özel oluşların. Seni öyle özel kıldım ki, kendini çok mühim sanıyorsun. 
+Hâlâ seninle konuşan bir tek ben kaldım Kee. Etrafına bak. Kim var?
-Sen varsın evet, sen varsın. Fakat her zaman buradaymış gibi konuşma bana. Sen yoktun, sen gitmiştin. 
+Döndüm. Mühim olan bu değil mi?
-Değil allahın cezası. Sana ihtiyacım varken neredeydin? Bütün vücudum kanarken neredeydin?
+Kanatmasaydın. 
-Kanattım, ve yoktun. 
+Olmak zorunda mıydım? Seninle mi olmak zorundaydım?
-Zorunda değildin, hiçkimse benimle olmak zorunda değil zaten. İnsanlar istedikleri an terk edebilirler beni. 
+Ee, nedir sorun o halde?
-Senin farkın buydu gerizekalı. Sen gitmemiştin. Sen zorunda olmasan da yanımda olmayı seçmiştin. Diğer insanlardan seni ayıran buydu. 
+Fakat ben de diğer insanlar gibiyim senin hayatında. Benim de bir hayatım, benim de bir idealim var. 
-Var. Paralel gidemez miydi? Beraber yürüyemez miydik? Gitmen şart mıydı? 
+Temelli gitmedim ki. 
-Beni de bilgilendirseydin keşke. Ben temelli gitmiyorum, beklersen gelirim deseydin. Deseydin ya allahın cezası. 
+Şşh, tamam. Buradayım artık. 
-Önemi yok burada olup olmamanın. Bir an öncesine dönemiyoruz, şu an siktir olup gitsen hiçbir şey değişmez benim hayatımda. Bir an öncesini özlerdim evvelden, bir an öncesine hasrettim evvelden, artık bir an sonrası bile umurumda değil. Herkesten, her haltı bekler hale geldim. 
+Beklemeliydin de. Kendinden beklemiyor musun bu dengesizliği, aynı hesap. İnsanlar da gelirler giderler, uğrarlar, selam verirler bazen vermezler, bazen iyilerdir bazen kötü, salt iyilikleri olan var mı, salt kötülük gördün mü sen hayatında? 
-Gördüm. 
+Neymiş bu yüce kötülük?
-İkiyüzlülüğü peşinden ayırmayan insanlar gördüm. Onlar salt kötüdür. 
+İkiyüzlü olmayan insan mı var?
-Ben değildim. 
+Fakat oldun. Onlar da belki de hayatlarının bir noktasında senin gibi saftılar. Kötü anlamda saf demiyorum, şeffaflardı. Zamanla rol kesmeye alıştılar. Onlar senden erken keşfettiler hayatın düzenini diye kıskanıyorsun. 
-Kıskanmam. Şeytan görsün ikiyüzlülüğün suratını. Kutsansınlar, en güzel cennetlere layık olsunlar fakat benden ırak olsunlar. 
+Sen senden ırak olunmasını diliyorsun yalnızca, onlardan uzaklaşmak değil. Kendinden kaçmak istiyorsun, kötücül tarafından kaçmaya çalışıyorsun. Rol kesme potansiyelini biliyorsun, bu seni korkutuyor. Tir tir titriyorsun gerçeklerin karşısında çünkü bir o kadar gerçeksin. O kadar safsın ki, saflığın karşısında güçsüz düşüyorsun. 
-Güçsüzsem güçsüzüm, sonuç olarak saf olmaya devam edeceğim. 
+Fakat son shot demiştin, tamamen değişecektin hani? Sen de rol kesecektin?
-Ben rol kesemem. 
+Bal gibi biliyorsun ne de güzel oynadığını. 
-Senaryoyu yazan benim, bütün ihtimalleri gören benim, bırak da güzel oynayayım. 
+Senaryo sendeyse işin rengi değişir. Bu oynamak olmaz. 
-Çift yarık gibi düşün, senaryo bende olunca double dalga yayarım. İkili dalgalar çoğu yerde sönümler çoğu yerde güçlenir ve maksimuma çıkar. Ben böyleyim zaten, bu kadarım. Ya hep ya hiç prensipi, eşik değer altındaysan hiçsin. Eşik değeri çıktıysan eğer hızın sabit, sana olan şiddetim artabilir azalabilir ama eşik değeri geçtiysen hızım aynı. 
+Bunu da örnek olarak vermezsin be kadın. 
-Aklım az çalışıyor, böyle düşünmek zorundayım. 
+Aklın çok mu az mı çalışıyor bilmem ama hırsın beni çok etkiliyor. 
-Hırsım sınırda. Sınırları zorlayan sensin. Eşik şiddeti geçmekle kalmadın sen, frekansı allaha çıkarttın. Tanjant 89 gibisin. 
+Woa, bugüne dek kimse allahla eş tutmamıştı beni ve tanjanta benzetilmemiştim. Gerçek manada tebrik ediyorum ve başarılarının devamını sikiyorum. 
-Küfür mi ettin yine? İçine içine sessizce söylüyor olman duymadığım anlamına gelmiyor. 
+Küfür değil, hayranlık. Çabana hastayım. Sonsuza olan merakına hastayım. Beni sonsuza benzetmelerine hastayım. Sana hastayım, hastalıklıyım, bulaşanım, kurtulmayı denedim. Kurtulamadım senden. 
-Kurtulursun yakında. İstenmediğimin farkındayım hayat tarafından. Doğduğum andan beri kulağıma ölmem için fısıltılar geliyor. Ölüm yakın, ölüm bana çok yakın. 
+Kaos bırakmaz peşini. Kaçamazsın. Lakin düzene en yakın sensin. 
-Zaten bu sebeple bırakmaz peşimi, düzene en meyilliyi vurmaz mı hep?
+En düzenli saydığın ortam kaosun oluşturduğu desenlerden ibaret. Su dalga modeli gibi. Işık dalga modeli gibi. 
-O kaos ne güzel bir düzen barındırır içinde. 
+Antagonistine bak. 
-Antagonist kafamda tiyatro karakterleriyle özdeşleşmiş üzgünüm. 
+Biliyorum ama yine de sonuç değişmez. 
-Sonuçlara takıntılısın. Benim derdim sonuçlar değiller, gidiş yolları. Dolana dolana, giderken seyrettiklerimle dikkatimi dağıta dağıta, çıkış yolunu kaybettim. En baştan yarattım kaosu zihnimde. Gideceği yeri bilmediğinden yolcu, etrafında kaos da olsa düzen de olsa fayda etmiyor. 
+Yolcunun kafasındaki kaosu yok edelim o halde. 
-Yolcunun kafasındaki kaos, düzenle çözülmez. O dediğin zıt çalışmaz. Karmaşayı karmaşa çözer. Daha da büyük bir karmaşa yaratmalı, daha büyük yaralar açmalı. Daha büyük yaralar karşısında eski yaralarına karşı bir tepkisizlik oluşturmalı. 
+Hem mantıklı hem mantıksız ve çözümsüz bir çözüm önerisi. Sıfır denk mi bire? 
-Birin tersi de değil sıfır. Birin dengi de değil. Sıfır olmayanla bir denk aynı zamanda iki de üç de.. Tüm sayılar (0 hariç), tüm sayı olmayanlar, tüm kavramlar sıfır olmayana denk. 
+Sıfır ve sıfır olmayan birarada bulunabilir mi? 
-Bulunur ama aynı olarak nitelendirilemez. Sıfır olmayana kalkıp da şudur diyemem. Her şeydir yalnızca sıfır değildir. Sıfır olmayan sıfırdan başka her şeydir. Sıfırsa sıfırdır ve sıfırdan başka hiçbir şey değildir. İki olumlu iki olumsuz. Biri sıfır olmayan her şeyken, diğeri sıfırdan başka hiçbir şey. 
+Aynılık ve başkalık. 
-Metamorfoz. Sıfır metamorfoz geçirirse sıfır olmayan olabilir mi? 
+Olamaz, içinde sıfırı barındırır. 
-Fakat zaten tüm sayılar, karmaşıktan tut reel sayılara hepsi sıfırı bünyesinde şöyle ya da böyle taşımıyorlar mı? Tamamen bir metamorfoz gibi görünse eyvallah da, özünü taşıyor her yerde o sıfır. Değişimsiz o.
+Sırf bu sebeple metamorfozun kendisi. Değişken ve bütün değişimleri bünyesinde barındırıyor. 
-Matematik ve fizik üzerine uzun bir siredir felsefe konuşmuyordum. 
+Kime sorsan kaçar bu cevaplardan, düşünmek istemez öyle kolay mı bu kavramları irdelemek? 
-Övgüye hacet yok. 
+Kendimi övüyorum, seni değil. Kendimi sen istesen de istemesen de överim ben, hak ediyorum. 
-Bu nece bencillik yahu? 
+Böyle bir bencillik işte, boşver. 
-Bana yardım edecek misin, dürüst ol.
+Neden yardıma muhtaçmışsın gibi davranıp duruyorsun. Seni tanıdığım andan beri insanlara, birine, bir şeye, herhangi bir mucizeye, inanacak bir şeylere, uğurunda savaşacak bir değere arayıştasın. Sanki onlar olmadan varlığını sürdürmek istemiyor gibisin.
-İstemiyorum zaten. Bir değere ihtiyacım var hayatta kalmak için ya da bir yardım eline. Diğer türlü bir mana bulamıyorum yaşamakta. Değerli görmüyorum bir ömür çalışıp çabalamayı. İnsanlar yaşasın, onları takdir ederim, onlara özenirim fakat kendime geldiğinde bir değere ihtiyaç duyuyorum.
+Ortalama insanlar gibi misin sen de? Kontrol edilmeyi mi bekliyorsun? Biri beni inandıracak bir değer versin de bana hayatım anlamlı olsun mu diyorsun? Hayattaki amacın ne senin, söyle çabuk bana. 
-Yok. 
+Var, var var. Bin defa da var. İtiraf et artık kendine var bir şeyler o siktiğimin derinlerinde. 
-Yok. Bir mana bulamıyorum, dolayısıyla bi amaç üretmek de saçma geliyor.
+Sanatçı gibi bir şeysin sen, sanatsal tarafın daha baskın. Sanatı koy hayatının merkezine sen de anlam bulmak için. Bir şeyler üretmek olsun senin de amacın, bayılırsın buna. 
-Çok anlamsız, çok değersiz bir amaç sırf bu sikik hayata tutunmak için. 
+Sevdiklerin için? Sevdiklerin için hayatta kalsan olmaz mı? 
-Neden? Niçin? Neden isteyeyim bunu, bensiz hepsi, her biri daha mutlu. Benim varlığım veya yokluğum onların hayatında neyi değiştirecek?
+Senin hayatında çok şey değiştiriyor onların varlığı. Önemli olan da sen değil misin?
-Senden nefret ediyorum, senden nefret ediyorum, seni o kadar çok özledim ki, sana o kadar çok ihtiyacım vardı ki, yokluğuna lanet olsun, lanet olsun varlığına da. 
+Ortalıkta kalan iki kimsesiz çocuktuk biz seninle. Ne evimiz vardı ne de sığınabileceğimiz bir yuvamız. Kimseye güvenmiyor, kimseden yardım dilenmiyor fakat yardıma deliler gibi ihtiyaç duyuyorduk. 
-Ortak dertlerimiz yüzünden mi muhatap oldun benimle?
+Sevdim be, çok basit düşünebilirsin bu konuda. Sevdim, hoşuma gitti yakınlarında olmak. Kendimi yanına, seni benim yanıma yakıştırdım ve güzel olur bizden, biz yükseliriz dedim. 
-Yükselmedik mi, ne dediysen yapmadım mı, ne istediysen vermedim mi?
+Verdin, gayet güzel zamanlar yaşadık müthiş anılar biriktirdik. 
-Niye o halde kurtarmadın bizi? Niye silip yok olmayı seçtin?
+Yok olmadım ki, gitmek istedim sadece. Canım gitmek, o güzel zamanları bozmak istedi. 
-İyi yaptın, neyse ne. O gün bugündür ölüsün. Sana dr hiçbir şey yok zihnimde, hatırlamak falan da istemiyorum rahmetliyi. İyi biriydi, genç yaşta öldü, keşke daha yaşasaydı ama mukadderat. 
+Mukadderat mı ahhahaha. Senden böyle kelimeler duymak şaşırttı beni. 
-Bu konuyu açma bana, aksi takdirde beklemediğin daha kötü kelimeler de işitebilirsin. 
+Tehtiti kabul ediyorum, sebeplerini kavrayabiliyorum, susuyorum. Yay dalgalarını mı konuşsak?
-Meh, bu kadar korkak olma. 
+Sen, sen, ille de sen. Bayılıyorum sana. 
-Ben, ben ille de ben olmayan. 
+Yay?
-Karmaşık esneklik potansiyeli. 
+C'mon ne karmaşası var, senin de en sevdiğin konulardan. 
-Öyle, bu yüzden karmaşık. Sevdiğim konular üzerine fazla düşünüyorum ben. Senin gibi. 
+Ben. Ben. Ben. Bahsi değiştir. 
-Değiştirmeyeceğim. 
+Seni baştan yaratıp, kendimle yeniden tanıştırsam barışır mıyız?
-Nope, ben bambaşkayım yeterince beni başkalaştıracak olan benden başkası değil. 
+Sevdim, sana benzemeyen bir bakış açısı. En azından kendine sövmedin ilk defa. 
-Kapat çeneni, rol kesmeyi senden öğrenmedim ben. Sana öğretenim. 
+Senden mğrendiğim çok şey var, fakat boynuz kulağı geçermiş. 
-Geçmiş, ahlaksızca gelişmiş. Ben böyle mi öğrettim sana?
+Sen özel olarak öğretmedin, ben gözlemledim. Tek doğru sende yok Kee. 
-Tek doğruyu bulabildiğimi sanmıyorum zaten. Tek tük eksikleri de olsa, en ahlaklı yolu böyle bulmuştum. Sana kadar. 
+Ben dağıtırım böyle fikirleri. 
-Sen bilgemdin. Bilgeliği senden öğrenirdim. 
+Sen de iyi rol keserdin. 
-Rolleri değiştirdik. Başrol sen ol, güzel bir oyunculuk sergile yerime. Ben bilge olmak istiyorum. Hayatımı sikeyim, bunun da bir değeri yok ki. 
+Hemen kapılma umutsuzluğa. Daha yolun başındasın. Belki de değişecek bir şeyler, denedin mi? 
-Deniyorum, pes etmeyeceğim ki. Edebilirim, fakat denemeden etmem. Denemeden bırakmam. Hayat acıdan ve ıstıraptan ibaret. 
+Umut var ya.
-Ölüm de var. 
+Kalem var ya, kağıt var. Sana mektup var yine. 
-Bu ateeeş sönmeez, belli, tepedeki güneş yakıyorken. 
+Uzaktan bir ses diyor ki, sakın gülme ben ağlarken. 
-Gülümsetmeyi becerdin yine. Teşekkür ederim. 
+Daha çok gül, daha çok gülmeyi hak ediyorsun. Herkes terk etti seni şu güne dek, şöyle ya da böyle yarı yolda bıraktık seni. Fakat üzülme kuzum, sen tek başına yapabileceğin için bıraktık seni. Sen tek başına yapabilecektin. 
-Hep o İtalyanca dilini düzgün konuşamadım diye oldu değil mi? Ya da, ya da örgü örmeyi bilmiyorum diye gittin. Hayır, hayır daha kötüsü. Sonsuz bölü sonsuza bir cevap bulamadığım için, bulabileceğin yerlere göçtün. Kabul et, sıktım seni. Söylesene beni sıktın, seni o yüzden terk ettim de. Saçlarını kestin diye senden ayrıldım diye sebep mi olur? Saçlarımı kestim, budadım kökünden, sen yine git diye. Gelme bir daha diye kazdım mezarını, attım seni o çukura gelme diye bir daha yamacıma. Sen yine geldin, yine geldin ve yine geldin. Yine gideceğini biliyorum, niçin gelip duruyorsun? Beni dağlamak mı derdin? Senin hayattaki amacın beni dağlamaksa, başarılı oldun, görev tamamlandı, şimdi çek git yeniden çok bekletmeden. Sana kaç defa alıştırma beni sana dedim, kaç defa muhtaç kılma şu siktiğimin sevgi dalgasına dedim. Dedim ben. Beni dinlemedin. Ortalıkta, kimsesiz ve ne denli muhtaç olduğumu sen söyledin. Sen biliyorsun neler yaşadığımı. Bana bunu hangi hakkı hakir görerek yaptın, ne sebeple bu kötülüğe bulaştın. En baştan gelmeseydin. Sana öfkeliyim, seni hâlâ kafamdan atamayan kendime öfkeliyim, hayatın anlamsızlığına öfkeliyim anlasana ben.. Ben öfkeliyim. 
+Senin derdin ben değilim. Senin derdin seni terk eden insanlar değiller, baban bile değil. 
-Karıştırma şu adı batasıca herifi. 
+Kabul et artık, derdin var. Bir derdin var ama bu bizimle, insanlıkla, hayatla veya kurallarıyla değiller. Ne bu dert? Kendin mi, kendine ulaşamayışların mı? Yalnız mı kalmak istiyorsun, insan mı sevmiyorsun? İnsanlara mı hayransın, onlar gibi olmak, normal bir hayat mı sürmek istiyorsun? Ne istiyorsun? 
-Ne istiyorum? Ne istemem gerektiğini bilmek istiyorum öncelikle. Hiç mi içimden bir şey yapmak geçmiyor dersen eğer, kendine dön bak. Beni anımsa. Ben görüp görebileceğin en umutlu insandım bir vakitler. Ben ki hayattan alabileceklerim olduğuna inanır, dilenirdim allahtan çokça şey. Ben bir zamanlar dualar ederdim, ben bir zamanlar talep ederdim, ben bir zamanlar amacı olan biriydim. Güzel ahlaklı bir ömür sürmekti derdim. Derdim kendimdeydi ama bu kadar çaresiz değildim kendime karşın. Vardı yapabileceğimi sandıklarım. Her başarısızlığımda biraz daha azaldı umutlarım. Tükendi sonunda, kalmadı içimde bir heves. Her düşüşte biraz daha eksildi içimden benliğimi benliğim yapan yapıtaşlar. Bak senin kadar ölüyüm, sen kadar ruhsuz ve içi boş bir küreyim. 
+Doldur o halde o küreyi. Suyla doldur, civayla doldur, havayla doldur ama doldur bir şeylerle. Böylesine kaybetme kendini, alacakların var. Her şeye rağmen toparlayabilirsin. Olduğun kişiyi biliyorsun. Zayıflıklarını, güçlü yanlarını biliyorsun. Nerede ne zaman ne hissedeceğini, kiminle mutlu, kiminle mutsuz ve tehlike altında hissedeceğini biliyorsun. O halde toparla sen de kafandaki olayları artık biraraya. Tüm olayları gözden geçirdikten sonra süzgeci al eline, ayıkla tek tek falsoları. Ayıkladıklarını çöpe at, bakma bile ne olduklarına. Önemsiz ne oldukları. Elbette önemli ama sen zaten biliyorsun ne olduklarını, onları ayırt etmen için bir süzgece de ihtiyacın yok aslında. Yalnızca süreden kazanmak için süzgeci kullanıyoruz. Unutma, ayırabileceklerini ayırmazsan eğer onlar bütün varlığını çürük kılacak. Çürümek mi istiyorsun ömrün tükendikçe? Ömrün tükendikçe daha da yeşertsene bitkilerini? Taptaze tohumlar diksene o yemyeşil meyvelerden çıkan. Çürütme ruhunu, toprağa dikelim sendeki potansiyelleri. Biraz taze meyve yiyelim, bıkmadık mı çürüklerden? 
-Kolay mı öyle süzmek? Bana tüm bir varlığını al çöpe at diyorsun. 
+At. Göreceksin, kalanlar öyle güzeller ki gidenleri aratmayacak. Göreceksin yemyeşil meyvelerin içindeki güzelliği. Çürüklerin gözlerini ne denli kör ettiğini göreceksin. 
-Ya göremezsem, ya çürükleri özlersem? Ya beni ben yapan çürük fikirlerimse? 
+O halde daha güzel bir şey elde ederiz Kee. 
-Bira?
+İçerim ben de. 
-Neymiş o çok daha güzel dediğin? 
+Metamorfoz. 
-Nasıl yani?
+Eğer sen çürük fikirlerden ibaretsen ve eğer süzgecinden geçirdiğin fikirlerin sonucunda elinde sağlam, yemyeşil hiçbir meyve kalmayacaksa bu müthiş bir sepet haline gelir. Şekillenebilir dilediğince. İçine istediğin güzel meyveyi koyabilirsin demek bu. Yeniden doğmak misali metamorfoz geçirmek olur. 
-Yani çürükleri ayıkladığımda elimde hiçbir şeyin kalmaması, beni yalnızlığa ve depresyona itmeyecek. Aksine yalnızlık beni daha güzel insanlarla tanışma fırsatı olarak karşılayacak, depresyon ise değerli zamanları ayırt etmemi sağlayacak. Eğer toz pembe gözlüklerle bakarsak olaya buna dönüşeceğini savunuyorsun. 
+Korkuyorsun. Elinde hiçbir şey kalmamasından değil. Korkun yalnızlık da değil acı da değil. Sen acıya hayransın, nasıl korkabilirsin acı çekmekten. Alışkanlığın bozulacak diye korkuyorsun, değil mi? Senin korkun düzeninin bozulması, karşına çıkacak olanların bilinmezliği. Çünkü gördüğüm en cesur insandın sen. Bugüne dek her zaman yepyeni bir hayat sürerek, her zaman kendini kötü hissettiğinde her şeyi bırakıp yepyeni bir hayat kurarak düzelttin yaşananları fakat ne zaman yepyeni şeyler çıkartsan karşına canını tahmin edebileceğinden daha fazla yaktı. Bu sebeple korkuyorsun artık tamamen değişmeye. Olduğun kişiyi törpülemeye, şekil vermeye çalışarak yetiniyorsun ama içeriden potansiyelin bağıra bağıra beni ortaya çıkart dediği için içsel çatışmaların arasında kavram yanılgılarının ortasında müthiş bir çaresizlik içerisinde bu durumu çözecek birini bekliyorsun. Böyle zamanlarda hep bir başkasına danışır, bambaşka insanlara koşardın çünkü. Artık korktuğun için bambaşka insanlara kendini açamıyorsun, fakat alışkanlığın gereği açmak istiyorsun. Açamadığın için çatışıyorsun kendinle. Bu çatışmada ağır basan taraf elbette korkuların oluyor. Bir tarafınsa bu defa kimseye ihtiyaç duymadan, baş başa kalarak çözmek istiyor. Hepsini harmanlamak, her tarafının dediği şeyleri gerçekleştirmek istiyorsun fakat çelişkililer. Sen çelişkiler içerisinde boğulurken hayat akıyor, gidiyor. Moralin bozuluyor durgunluğuna. Kaçmak istesen de yapamıyorsun korkundan, sağlamsın çünkü güvendiğin bölgede. Bölgeni terk etmeye çekinir haldesin. Fakat acıtma canını, acıtma. Acıtıyorsun acıtma. Çelişkileri de süzebilirsin, kendinle olan çatışmayı da çözüme kavuşturabilirsin. Niçin korkuyorsun, zarar görmekten mi? Zarar gördüğünde yaşanacaklardan mı? Kendine zarar vermek ve bu zararla başa çıkmak insanların sana verdiği zararla başa çıkmaktan daha mı kolay geliyor? 
-Evet. 
+Ne insanlara koş, ne kendini bırak. Kaybol demiyorum sana, yalnızca seni daha da büyük bir boşluğa atıyormuş gibi görünse de bu yöntem, senin asıl çözüm yolun olacak. İnan bana. Birine veya bir şeye inanmaya ihtiyaç duyuyorsan eğer laflarıma inan. Ben mantıksız olandan kaçarım, bilirsin. Mantıklı ve makul olan kaçmak, saklanmak veya tam tersi tamamen değişerek bir başkasına sığınmak değil. Her iki tarafı da kontrol altında tutabilir, dengeleyebilirsin silemiyorsan eğer. 
-Silmek isteyen yok ama madem ki silmek mecburiyetindeyim, o halde birine veya paylaşmaya veya sohbete ihtiyaç duyduğumda kafamı bulandırmamayı öğrenmem gerekiyor. 
+Birini bırakmayı, artık o insanla iletişim kurmamayı ölümle eş tutuyorsun. O insan artık hayatında değil diye kendini yasa boğuyorsun, sanki ölmüşçesine. Fakat canlı kanlıyız bak. Yalnızca hayatımızda değilsin artık. 
-Ölmeye hazır değilimdir belki. 
+Ölüme hazırsın ama ölmeye mi hazır değilsin?
-Belki insanları öldüre öldüre kendimi kendi ölümüme hazırlıyorumdur. Asıl korktuğum kendi ölümümdür, ne dersin?
+Beklemediğim bir bakış açısı geliştirmişsin zamanla. 
-Ölümden korkuyorum, düzeltiyorum ölümümden korkuyorum. Hiçliğe hazır değilim fakat dönüp baktığımda hayatım da hiçlikten ibaret. Tamamen yok olma fikri beni rahatsız ediyor. Bir şeyler bırakmak istiyorum peşimde, ölmek istemiyorum. Fakat bu paradoksu çözmenin tek yolu da gerçekten kendimi öldürmek. 
+Faydasız. 
-Ya kırılırsa bir şeyler? Ya keramet buysa, intihar etmem gerekiyorsa gerçekten bir şeyleri anlamlı kılmak için?
+Değmeyecek bir yöntem. Hayatta tutuyorsa vücudun seni, bir sebebi vardır. 
-Var, düzen devam etsin programı yalnızca. 
+Bu kadar basit mi sence varlık?
-Basit olmamalı, fakat yeterince karmaşıksa da benim kavrayabileceğim bir düzeyde olmayacak demektir bu. O halde ben kavrayamayacağım bir kavramın arayışına nasıl sokarım kendimi?
+Olay da bu, sokmayacaksın. Bu duruma kendini sokmayarak kendini koruyacaksın. 
-Fakat varlığımı anlamlandırmadan yaşamanın nasıl bir manası ve değeri olur? Anlamlandırabildiğim için çalışıp, çaba gösteririm. 
+Işığı veya elektromanyetizmayı tamamen anlayabildin mi?
-Hayır. 
+Fakat anlamlandırmak için çabalıyor, emek harcıyorsun. 
-Evet ama bu anlamlandıramayacağım garanti bir konu. Elektromanyetizmaya çalışarak çabalayarak ulaşabilir, o bilgiyi kazanabilirim. Fakat kazanamayacağım bir bilginin peşindeyim ben. 
+Anlamıyorsun, insanların kapasitesi kadarını anlayabileceksin. Her şeyi, keşfedilmiş kadarıyla bileceksin. Ötesi peki? Sen o duvarı keşfettin ama o duvarın arkası yok mu? 
-O duvarın arkası zaten bilinmezlik. 
+Bilinmez olana meraksız mısın? İtiraf et, meraksız mısın?
-Değilim. Bilgiye açım. Duvarın arkasını duvarı öğrenmekten daha fazla merak ediyorum. 
+Duvarın ardını varlığın bilgisi, varlığın amacı kabul et o halde. Ancak duvarı öğrenerek ardını görebilirsin. Önce duvara ulaşmalısın. Bunun için düşünme eylemini devam ettirmen gerekiyor, yani yaşamalısın. 
-Nefes almadan aşamayacağım yani o duvarı? 
+Duvarı aşmayı bırak, duvara da ulaşamadan pes etmiş olacaksın. 
-Pes etmek mi bu? 
+Biraz, hatta epeyce. Ruhun duvarı merak etse de, duvarın ötesine aç olsa da sen onlara imkan bile vermeden yok olmayı seçiyorsun. Bu haksızlık değil mi varlığına? İzin versen belki de ne cevherler çıkartacaklar sana. 
-Bunu bilemeyiz bomboş, acı içerisinde bir yaşam da sürebilirim ki bu yüksek ihtimal çünkü hayat acı dolu.
+Hayatı acı kılan sensin. Algıların. Acı tarafına odaklanıyor, acı tarafları göz ardı etmemeyi seçiyorsun. Her şeyden bir acı çıkartabilirsin sen. 
-Yüklenme bana daha fazla. Gitmek istiyorum. 
+Biranı bitir. Konuşmayı başka zaman yaparız. 
-Gidecek misin? 
+Gitmek istemiyor muydun?
-Evet, ama.. Biliyordum gideceğini. Sonra konuşuruz dediğin de beş yıl sonrası mı olacak?
+Seni yalnız bırakmayacağımı söyledim. Bir yere gittiğim yok, yan odada kıvrılacağım. Gitmek istediğin için seni kendinle bırakmak istedim, çok uzaklaşmamak şartıyla kendinle kalabilirsin. 
-Seni istediğim her an bu evden kovabilirim. 
+Biliyorum, kovmayacağını da biliyorum. İstediğin bu değil. 
-İstediğim ne bilge insan?
+Keşke anlayabilsem. 
-Yazı tura at sen de bilmiyorsan. 
+Söyle bakalım, yazı mı tura mı?
-Soru nedir?
+Sorum şu, uyumadan evvel aklında canlanan görüntü ile uyandığın ilk an kafanda canlanan görüntünün bir olduğuna inanıyorum. Bu doğruysa yazı, yanlışsa tura. 
-Tura. 
+Yazı diyorum. 
-At bakalım. Şansımız yüzde elli. Sanırım. 
+Tura her zaman daha fazla gelir, fakat bu defa yazı gelecek.
-Yazı..
+Yazı. 
-Bir soru hakkı da benim olsun. 
+Kabul. 
-Uykuya dalarken aklına gelen ilk mekan ile, uyandığında kafanda canlandırdığın ilk mekan aynı yerler. Doğruysa yazı, yalansa tura. Yazı mı, tura mı?
+Tura. 
-Yazı bir kez daha gelecek. 
+Yazı..
-Yazı. Ben neresi olduğunu iyi biliyorum. 
+Ben de kafanda canlananları biliyorum. 
-Korkunç. 
+İkimiz için de korkunçlar. Korkuyu aşamazsak hiçbir siki başaramayız. 
-Korku aşılır mı ki? O hep bir yerde duracak. 
+Engellememeli. Engelliyor bizi. 
-Belki bir gün, bambaşka bir hayat yaratabilirsek sileriz o yerleri ve o yaşanan korkunçlukları. Ne dersin?
+Belki. 




-




 

#hep dudaklarımı parçalıyorum

Bir rüya gördüm bugün. 18 Şubat, salı.  Yıl önemsiz, saat de yerinde durmuyor zaten.  Sıcak bi suyun içinde, kavrulan etlerimden buharlar yü...