19 Mart 2023 Pazar

Şu yaşamak dediğimiz şeyi çok mu abartıyoruz ki?

İkinci gün belki de onuncu gün..

Kızılay yok, aroma katılıp boyutu küçültülen ve bir ekmek parasındaki pahalı sakızlardan yok. Yerine çiğnedikçe ağzında yapışkanlaşan ve psikopat gibi sıcak kahve ile o yapışıklığı ikiye katladığım, içinden fal çıkan o iğrenç falım sakız var, yaratıcı bir isim. Onca demleme yöntemi ve çekirdek türünü öğrendikten sonra, yetiştikleri rakıma kadar bildiğim halde muhtemel fakirliğimle doğru orantılı olarak içimdeki melek kulağıma, "Hepsi kahve işte." diye fısıldıyor, bir içim ferahlıyor. 

 Marketten aldığım ucuz granür kahvem var çeşme suyundan hallice su ile, tam kaynatmadan ısındı işte olmuştur mantığı ile demlediğim. Üşeniyorum işte beklemeye ve sabrım da taşıyor su kaynatırken, ısınması yetiyor gibi seziyorum. Kaynar sütü, yazın ortasında buz gibi bir şişe suyu kafalarına diker misali içen müşteriler gibi olamadım hiç. Espressoya bile soğuk dendi çalıştığım zamanlar, latteyi ve filtre kahveyi saymıyorum bile. Makineden yeni çıkan filtre kahveyi soğuk buluyor bu insanlar, bardakları bile üşenmeyip ısıtıyorum. Gerçi işim bu, üşensen dâhi içinden geçerler, ısıtmak mecburiyetindesin. Fakat nasıl bir ağız yapısıysa, yalnızca kaynamış bir ürün istemiyor Türk insanı, yıllarca kaynatılmış bir buhar içmek istiyorlar. Masalarına kahve makinasını taşıyıp ürünü direkt ağızlarına dökmemiz gerekiyor memnuniyetleri için. Ben sanırım ilk defa çalışırken kavradım bu insanların tatminsizliklerini. Elbette haklılardı seçici olmakta fakat gerçekten abartan dal-yapraklar var yahu. Latte söyleyip beş saat içmeyerek, fotoğrafını çok matah bir hayat yaşıyorum ben, bana bakın ve beni beğenin algısında paylaşmayı eksik etmemekle birlikte o fotoğrafı da her açıdan milyon defa çekmesi farzmış gibi davranan insanlardan bahsediyorum. 

Bir de bir ürüne kendince bir süsleme veya ekleme mi yaptın, diğer masadan şahin gibi gözler o ürünü ve tıpatıp aynısını isterler, kesinkes büyük bir acemiliktir bir ürünü süsleyip diğerlerini boş geçmek. Bir defa sıcak çikolata üzerine Marshmellow koyayım dedim çocuk içecek, mutluş olsun. Anasını satayım bütün müşteriler sıcak çikolata siparişi verip üzerine şu kamp ateşinde erittikleri zımbırtıyı istedi. Bir de minik ocağım vardı, o ocakta eritirdim kürdana saplayıp. Kafe'nin sıcak çikolatasına zam geldi, her daim o zımbırtıyı koymak mecburiyetinde kaldım o süreçten sonra. Çocuklara hiçbir lafım yok, şımarık bebelere tiltim ama gerçekten normal yaşayan çocukluklarım varlar. Onlar masum bakıyorlar ve çekinerek isteklerini belirtiyorlar zaten. O masum miniklere asla çekinmem fakat mütemadiyen kapalı ve sırf story paylaşmak için kafenin konseptini kullanan, garsonu bırak gördüğü bütün insanları aşağılamaya çekinmeyen ve göya müslüman olan yaşıtım kızlara gıcıktım ben. Sevmezdim ya ağızlarını yaya yaya konuşan zengin, muhafazakar takılıp insanlara üst perdeden hitap eden kadınları. Sorunlarım var mental manada evet, tilt olurdum herhangi bir hareketlerine, çocuk kaldım bazı şeylerde ne yapayım? Cinsiyet ile hiçbir alakası yok, mevzu sikik kişiliklerinde. Niçin çalışan insana bağırırsın ya da karşındakine iyi görünmek için aşağılarsın ki, karşısında buna şahitlik edip yine de onlarla kalan insanlar da ayrı leşler zaten. Ürünümü beğenmediysen eğer içmeden gönder geri o kahveyi bana, dipledikten sonra ay tatlım diye başlayarak herkesin uzman olduğu şu üçüncü dalga mı onuncu dalga mıdır nedir kahve bilmem nesini bana anlatma, ben işimi bilmekle mükellefim, araştırmakla mükellefim. Onca üşengeçliğime, onca umursamazlığıma rağmen sayısız makale okumuşum ben kahve hususunda, bozma sinirlerimi ne olursun. 

Kafe anılarına girdiğimde bu muhabbeti uzatmadan bırakamıyorum, binbir çeşit insan tanıdım hâlâ şaşırtabiliyorlar beni. Kimisi var saygı dolu, selam verir ve teşekkürü eksik etmez. Kimisi var ağzından cımbızla laf alırsın, iki saat ııı'layarak ancak sipariş verir, getirilen siparişe illa ki bir kulp bulur ve elbette kaçınılmazdır ki, her daim o kişinin ürünü geç çıkmıştır. Beş dakika içerisinde önüne sunulmasını bekliyor hanımefendiler makarnanın, gelmediğinde ise gecikti bu makarna diyorlar. Bütün bir kafe onlar geldiklerinde nefeslerini tutmalı, onlara hizmet vermeli ve bütün siparişleri bir kenara bırakarak onların istekleri ile ilgilenmeli gibi davranıyorlar. Yahu bir de garsonun ellerine, suratına bir bak değil mi, etrafta başka garson da yok. Demek ki bu kız şu anlık meşgul, elleri dopdolu, suratından belli kafasından binbir şey geçiyor, masanıza gelip sorduğunda düşünüyoruz diyip geri yollamışsınız kızı ve iki dakika geçmemiş aradan geri çağırıyorsunuz, bir de sizi duymadığında bağırıyorsunuz. Bu ne edep yoksunluğu? Bir sıra var, daha önceden sipariş vermiş insanlar varlar, bu siparişler makineden çıkmıyor ki makineden dâhi çıksa belirli bir hazırlanma süresi var genellikle menünün kenarında köşesinde bir yerinde yazılan. Tabii okumayı bilen insanlar için geçerlidir bu. Çok az insanın okuduğunu görebiliyorum, belki yaşadığım şehrin kitlesi böyledir. Farklı şehirlerde de çalıştım, bambaşka yerlerde de garsonluk, baristalık yaptım fakat nerede olursam olayım o menüyü okumuyor insanlar. Kocaman içinde peynir var yazıyor, default peynir kullanılarak yapılıyor makarnalar, elbette özel isteklere göre çıkartabiliyoruz peyniri fakat sipariş geldikten sonra bunun içerisinde peynir var diyor suratıma boş boş bakarak. Güzeller güzeli insanlar, içindekileri siz her sipariş verdiğinizde tek tek saymıyoruz, menü bu sebeple var. Okusanız göreceksiniz, sorsanız içinde peynir var mı benim hassasiyetim var cartı laktoz alerjisi curtu şeklinde belirtseniz söyleyeceğim. Ayrıca rica ediyorum yalan söylemeyin, içine süt giriyor diyorum benim yalnızca peynire alerjim var diyor. Hanımefendi böyle bir şey mümkün olabilir mi, peynir sütten yapılmakta bunu ilkokul çocuğu bile biliyor. "Krema mühim değil ama peynire alerjim var benim." Ben de yıllardır bağırıyorum "İntihar değil de istediğim, yanlışlıkla ayağım kayıp ölsem mesela?" 

Yahu yoğurtlu bir tatlımız vardı, isminde yoğurt geçiyordu, masasındaki qr'ın üzerinde kocaman o yoğurtlu tatlının fotoğrafı vardı götürdüm ve "Bunun içinde yoğurt var, yiyemem ben." dendi suratıma. İçerideki fırına kendimi atmak ve ben aromalı pizza yapmak istedim etlerimden. Beni doğrayın diye daldım mutfağa, doğrayın beni ne olur. Salak değiller bence bunlar tarikatlar, çalışan sabrını test etme deneyi yapılıyor dünya çapında. Her kafeye, her gün istisnasız bir adet normal görünümlere bürünerek gizlenen ajan doktor gelerek çalışanların sınırlarını zorlayarak sonuçlarını not alıyor. Bunlar, Mondros maddeleri gereğince uygulanıyor mu acaba diyen Amerika ajanları misali dolaşıyorlar etrafta ve kim gerçekten eziliyor sınırlarını sorguluyorlar. 

Çok fazla hatıra var anımsayamadığım, sinirle hatırladığım, hoşnut olduğum aklıma düştüğünde. Genel olarak affetmiş buluyorum kendimi hayatıma girip çıkmış herkesi, elbette kendimi de affettim her hususta hatalı taraf ben olsam bile. Algım başka çalışıyor dedim ya insanlar arasında, üç tekila shot içmiş halleriniz gibi düşünün beni alkol toleransınız düşükse. Fazla histeri, fazla sinir, bir tık fazla stresle dolu bir kutunun esnekliği diğer insanlara kıyasla bir tık daha fazla gibi düşünebilirsiniz borderline hastalarını. Bütün hisleri bir köşeye toplasalar ve buna karşı reaksiyonlarını ölçseler borderline biri elbette algı olarak daha fazlasını taşıyacaktır bünyesinde. Kendimi avutma çabalarım bunlar, borderline bok yiyor vallahi ben masumum. Bu durum depresyona ve çeşitli yeme bozukluklarına da yol açıyor, öyledir zaten zincir gibi peşinde sürükler diğer mental rahatsızlıkları bazı hastalıklar. Şimdi birinden vazgeçsem diğeri bana alınacak bu sebeple bırakamam hiçbirini, hepsi çocuğum gibi. Bünyem doldu taştı artık zincirin halkalarına yeni şeyler eklendikçe ekleniyor, ben hâlâ kimse gücenmesin derdindeyim. 

Keşke hissettirebilsem sözlerimle hislerimi, öyle yetenekli değilim. Nazım yapmış ama iki şiirinde, çok gönlüm kayar o şiirlere. Şiir okumayı da pek severim, ne hoş tarifler olarak gelir bana hislerin açıklamaları. Belki o düşünce ve hislerle yazmamışlardır fakat benim aldıklarım çok güçlü şeyler o sözlerden. Yalnızca Nazım değil bir sürü yavuz kalemden çok güçlü hisler sezdim yıllarca, edebiyat sevmememe karşın şiire hep başka bakmışımdır. Çoğu insan edebiyat parçalamak olarak görür, hoşlanmaz abartı sözlerden. Bayıla bayıla okurum bazı şiirleri. 
"Çok yorgunum, beni bekleme kaptan. Seyir defterini başkası yazsın. Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. Beni o limana çıkaramazsın!" 

"En güzel günlerimin üç mel'un adamı var. Biri sensin, biri o, biri ötekisi. Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi. Sana gelince, ne ben Sezarım, ne de sen Brütüssün. Ne ben sana kızarım, ne de zatın zahmet edip bana küssün. Artık seninle biz, düşman bile değiliz."

Elbette biri Cem Karaca'nın seslendirdiği bir şarkının da sözleri olması sebebiyle özel bir bağ kurduğum şiirlerden lakin sözleri boş değildir. İkinci alıntım sanırım en sevdiğim şiirden diyebilirim. Bu sondaki affedişler, hayatıma denk gelip bambaşka yolları olan onca insanla kesişmelerimi anımsatır bana. Birbirimize karşı hissettiğimiz hiçliği çok güzel tarif eder. Kesişirken düşünmeyiz de bunları, yollar ayrıldıktan sonra pek bir mühimseriz. Satmayın birbirinizi, affedin gidenleri. Geri gelmeyecek olanı ve hiç gelmeye niyetlenmeyenleri. Sevdiklerinizi ve sevmediklerinizi. Kırgın ayrılmayın veya kin biriktirmeyin artık hayatınızda olmayanlara. Beni kesinlikle örnek almayın, ayrılık vakti geldiğinde manyaklaşırım ben. Sonradan aklım başıma gelir ve kabullenirim, bırakırım bu kini lakin ayrılık vakti zulüm gibidir, gerçekten şaşkınlaşırım. Ne yapayım aşamadım terk edilme korkumu. Yalnızlığa da alıştıktan sonra biri sizi o kabuğunuzdan çıkarıyorsa ve bir süre sonra tekrar yok olmayı seçerek sizi o yalnızlık kabuğunuza yeniden bırakıyorsa kırılabiliyorsunuz, çatlayabiliyorsunuz, mahvoladabiliyorsunuz şaşırtıcısı. Hâlbuki başladığın noktadasın, biraz daha fazla anı biriktirmiş bir hâlde yalnızca. Özlüyorsun işte o hâllerini, güvenebilmeyi belki birilerine. Yine gece oluyor ve sen uyuyamadığın vakitlere geri dönüyorsun. Biliyorsun bu acı sonlu değil, mutluluğun ise sonlu idi ve sonlu olmaya mahkum idi. Mutluluk bir andı çünkü, o an gelip geçen bir illüzyondu fakat acı öyle değildir. Acı bu sebeple daha fazla şey inşaa edebilir, onun vakti boldur bir defa. Yüreğim daha bir meyillidir acı melodilere. Aşk gibi sanırsam mutluluk, anlık. Aşkın içinde taşıdığı diyalektiği seviyorum açıkçası, acı tarafı sonlu değil cuşka biber misali bir noktada bir çıkış yolu yakalar kendisine büyük olasılıkla tuvalette veya sokaklarda. 

Bu kadar aşk, sevgi ve ilişkiler hususunda yazma sebebim yakın zamanda da bahsettiğim sınırlarımı çizemediğim kişiye olan meyletmelerim dolayısıyla kendimle epeyce çelişmelerim. Bende travma yaratmış birinin içimdeki melekte oluşturduğu bolca hakaretlerle bezenmiş salak olduğum söylentileri. Elbette salağım fakat boş yere meyletmiyorum tecavüzcüme, bahanelerim var bekleyin. Travma döngüsüdür bu, acı ve hatalar tekrarlanmaya meylederler. Beynim yaşadığı hataları tekrar başka bir senaryo ile önüme sunar ve düzeltmemi bekler benden. Yeniden yaşatarak kendisini kehanetler beyinde bu durumu çözebilirim ben güdüsü oluşturur. Farkındaydım elbette çözemeyeceğimin, yardım edemeyeceğimin o kişiye lakin tecavüz benim için bile büyük oldu bir miktar. Fazlasıyla değer verdiğim, kendimi müthiş değersizleştirdiğim bir insandı. Yanlışlıkla ölmek için yalvarıyordum her gün, boş yere ağlama, sebebin olsun tokadı attı işte suratıma o şahıs. Bilmiyor ki ben bu tokatları hayatım boyunca yedim, o da attığında bir şeyi mi değiştirecekti sanki? Taşıyabiliyorum ben bu yükleri diye hammal olmaya ne hacet?  Milyonlarca bahane de sunsam salak olduğum gerçeğini değiştirmiyor zaten. Kesmedim biletini, hayatımda tuttum onca saygısızlığına rağmen. Kabul ediyorum memur bey, suçlu benim, mağdur benim, hapsolan benim ve hapseden yine benim. Tekrar iki alıntı yapacağım bu noktada sanırım çok değer verdiğim birinden.

"Bir şeyin sonu iyiyse o şey iyidir, bir şeyin sonu kötüyse o şey kötüdür."

"Gecikmiş adalet, adalet değildir."

Bugüne has sanırım bu alıntı yapma isteğim, borderline'a bok atacağım yine. Okuduğum şiirlerden ötürü üzerime aldım diyelim şairlerin acılarını empatimsi bir hevesle. 

Bu noktadan sonrası edebiyat parçalamalarından oluşuyor. 
 (Sanki edebiyat parçalamaktan başka bir şey yapıyormuşum gibi bir de uyarıda bulunuyorum.)
Hislerimin hakimiyet sürdüğü, Kee'nin fikirlerimin kontrolünü eline aldığı, natürmorttan hallice ellerime çizdiğim çizgiler gibi, ninni gibi bir süreç olacak diye sanıyorum. Kendimi düzeltmeye kesinlikle çaba göstermeyeceğim, problem de bu. Bitiremediğim çabalarım, bir sonuca ulaşmamış hislerim. Belki yatağımdan dışarı çıkabilseydim düzeltirdim kendimi desem de yıllar geçmiş düzelmemiş ki bu bünye. Güneşi sevmeyen, uyuyamayan, emekleyip emekleyip bir yere gelemeyen, kimseye sesini duyuramayan ve acı içerisinde çürüyen benim gibi başkaları da varlarsa eğer ki olmaları çok muhtemel, gelin dertleşelim başka işimiz mi var sanki? İnsan da sevmem hâlbuki, rahat değilimdir yanlarında yörelerinde. Yazı yazarken güzelim, yazarken başarılı hissediyorum, yazarken güçlü ve kontrol elimdeymiş gibi oluyorum, ateistlerin tövbe haşaları gibiyim. Heh bir de apateist varmış ki tanrıyı kapıdan kovarlarmış, onlar da benim. Çizerken de bir şeyler yaratıyor gibi insan, bomboş kağıda attığın çizgiler can buluyor, birbirleriyle karıştıkça, sen kaosa destek verdikçe güzelleşiyorlar sanki. Tek başına da manalıdır çizgiler. Dümdüz veya yamuk yumuk sayfaya attığım tek bir çizik bile değerli hissettirir. Yazarken ise benden bağımsız gibi ellerime dökülen sözcüklerin bana verdiği güce taparım. Bağımlısıyım bu hislerin, tanrının bir parçasıysa şayet bu hislerim en narsist benim. Elbette mantığımla baktığımda tanrının tabiiki de özel bir şey olacağını anlamayacak kadar salak değilim. Lakin anlamak ve kavramak başka şeylerdir. Hissetmek ve içselleştirmek tanrının sahip olduğu özellikleri kendi içinde, o denizden alınan su taneciklerinin sana denizi "hissettirmesi", yine tekrar ediyorum "anlatması" değil, "hissettirmesi" gerçekten tapılası güzellikte. Hayatın bir manası yok diyen birine göre fazla tanrı referansları buluyorum içimde. Hislere güvenmeyi kestim attım, duyular yalancıdır, duygular sahte dememin ardından duyguların ne kadar kutsal olduklarına karşı methiyeler düzüyor olmam da bendeki dualism, bendeki borderline, bendeki manyaklık olsun diyelim, mazur görülsün. Ne dindar, ne dinsiz, ne teist, ne ateist, ne nihilist, ne absürdist, ne de pure bir ekspresyonist. Hiçbiri değil, hepsini bünyesinde taşıyor. Kar yağışına, güneşin hareketlerine, ışıl ışıl parlayan yıldızlara hem güveniyor hem de bomboş bir karanlığa baktığını da biliyor. Aldatıcı dünya onu da alıyor kıskacına, aldanmayı arzuluyor. Gerçekleri de göz ardı edemediği için aldatıcı olduklarının da farkında. Aldatıcı dahi olsa güzelliği büyülüyorken bu aşktan vazgeçemem diyor kibrinden. Sesini bastıran pek fazla dış sese maruz. Fısıldasa bile kendisinden daha fazla duyulacak insanların etrafında kıvranıyor acısından. Anlaşılmayı diliyor saf bir hâlde, saflığına övgü parçalayan ahmaklarla karşılaşıyor yalnızca. Haykırışlar da anlamsızlıklar da bütün bu mana da boş yere diyor içinden. Kee gidebilirsin artık uyumaya, Aden'e devredeceğim bütün sorumluluğu ve gideceğim sanırım seninle birlikte uyumaya.

 Takatim kalmadı artık, pes etmeme ramak kaldı. Bu tiyatro oyununu ben yazmıştım kim çekti perdeleri suratıma? Gücüm yok nefes dâhi almaya, uykumda yarattığım ve daha enerjik olduğum anları istiyorum yamacımda. Beş sene koydum kendime, "Ubermensch" der dururum intiharımı geciktirme amacımda. 
Son defa bir alıntı yapayım madem alıntı yapasım var bugün epeyce. 
"Oynamaya heves ettiğin şeytanları, yenemezsin."





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

#hep dudaklarımı parçalıyorum

Bir rüya gördüm bugün. 18 Şubat, salı.  Yıl önemsiz, saat de yerinde durmuyor zaten.  Sıcak bi suyun içinde, kavrulan etlerimden buharlar yü...