10 Haziran 2023 Cumartesi

Korkuyorum savaştan #2

Tiyatro kültüründe beş perde kuralı vardır.
 
İlk perde karakterleri tanıtır. Oyuncularla ilk burada karşılaşırsın. Elbette gerçek hayatta da biriyle tanışmak gibi ön yargılısındır oyunculara karşı. Bu önyargıyı dışavurmuyor olsan da içten içe bir kategoriye dahil edersin. Görüntüleri, sahnenin dizaynı, oyuncunun kostümleri seni dış etkenlere bağlı olarak eski yıllarına döndürür. Zamanında nasıl bir ön yargı takındıysan üzerine bu imgeler adına sana o hisleri yeniden yaşatır. Karakterleri bir bir analiz etmeye başlarsın görüntüsünden itibaren. Bir çatışma oluşmaya başlar ufak ufak kafanda. Kaos mu düzen mi? Geleneksel mi, yoksa seküler mi? Bana iyi mi hissettiriyor yoksa kendimden nefret mi ettiriyor bu karakter?

 Çatışmayı bulmalısın, belki ortak ahlak kurallarımız vardır ne dersin? 

İkinci perde biraz şaşalıdır. İkinci ve üçüncü perdelerde eylemler fazlalaşır. Çatışma ana mevzu hâlini alır. Çatışmanın boyutu arttıkça karakterler ile kurduğun bağ da güçlenir. 

Dördüncü perdede işler çıkmaz sokağa giriş yapar. Sonunda zirve noktaya ulaşmıştır çatışma (climax), karıştıkça karışır her şey.

 Artık zamanı geri alamayacağın bir noktadasındır. 
Son perde. Çözülmeyecek veya çözülecek olan çatışma burada son bulur. Her hikâyenin başlangıcı olduğu gibi bir sonu da olmalıdır. Hayat gibi, çikolatalı süt gibi, bir miktar da kabartma tozu koyuyorum. Klasik tiyatronun çiğnenemez kuralıdır bu beş perde kuralı. 

Ne tesadüftür ki yasın da beş kuralı vardır. 
İlki inkârdır. İlk perde, oyuncu ile ilk karşılaşmamız ve kendi içimizdeki inkârımız. Kimi zaman beynimiz alışık olduğunun dışına çıkmaya çekindiği için alışık olmadığımız insan tiplemelerine karşı inkârda, isyanda bir kabullenememe ile karşılaştırır bizleri. 
İkincisi ise öfke. İkinci perdede bir çatışma ile karşılaşırız. Bu çatışma bizi öfkelendirebilir. Tanıştığımız karakter beynimizin alışık olmadığı bir tip olduğu için bu kişiye olan inkarımıza ek olarak davranışlarına karşı öfkeli olabiliriz. Bu kişinin varlığının son bulmaya yaklaştığını ilk bu noktada fark ederiz. Artık bir bağ kurmuşuzdur ki o kişiyle varlığı ve yokluğunun bize olan etkisini ölçüp biçeriz içimizde. Bu noktada üçüncü şaşalı perdeye giriş yaparız; pazarlık
Pazarlık noktasına kadar gelmişsek eğer bu kişiyi çoktan içselleştirmişiz demektir. Varlığını ve yokluğunu düşünmek bizleri dehşete düşürür kimi zaman. Bu bir tiyatro oyunudur ve oyuncular sonunda sahneyi teker teker terk etmeye mahkûmdur. Tanrı ile anlaşmak ve oyunlarını bozmayı arzu edersin böyle anlarda. Bu pazarlık tutacak mıdır sanıyorsun? 
Diğer adım ise depresyon. Kişinin varlığının son bulacağına dair duyulan üzüntü sebebi ile ufak çaplı bir depresyon hâli yaşanır. Bağ kurduğun ve seni terk etmiş insanlar gelirler aklına. Yüz üstü bırakılmış olmak, yalnızlık, bu denli inkar ve kabullenmenin bir arada bulunması seni depresyona sürüklemesi muhtemel etkenlerdir. Bu perde ana çatışmanın iyice boka sardığını, içinden çıkılmaz bir hâle büründüğünü gösterir. Nihayet beşinci perde. 
Kabullenme
Terk edilmeyi kabullenme. Ölümle, tanrıyla, varlık ve yokluk ikilemi ile çatışmaların sonucunda terk edilmeyi de kabullenebilirsin. 
Aden: "Araya giriyorum ama benim sıram sanırım. Katılmıyorum buna. Bir insan veda dâhi etse akıllanmamış olacaktır. Akılsızlık bir erdemsizlik sayılmamalı. Gözlerim yanıyor yardım edin!
Gözlerim yanıyor, yardım edin! 
Kör olacağım. Ellerim de tutmuyor zaten, bu yaşımda mı yaşlandım? Genç olduğumu sanardım. Parmaklarını sürme suratına, acıyor şu an."
Beş kural ihlali, beş adım ve kurtuluş mu sonucunda? 
Pekâlâ intikam? 
Hayır intikam konseptinden önce bahsetmemiz gereken sanıyorum ki ihanet konsepti. İntihar mı dedin sen? 
Yeterince çaresiz misin, bu konuyu açacak kadar? Fanusumu boşalttım az evvel, ölmüş son balığım da. Ters dönmekle kalmamış, şişmiş bile vücudu. Nasıl kıydın ki ona? Bir balık ne kadar yakabilir canını? Kaç can taşıyorsun sen yüreğinde? 
Psikoterapötik tedavi de deniyormuş psikoterapiye. Herhangi bir kelimenin içerisinde "pötik" gibi bir kelime görmek nedense beni güldürüyor. Zihinsel ve duygusal bağlantı kurularak yapılan tedaviye psikoterapi veyahut psikoterapötik uygulama deniyormuş. Teröpatik bir iletişim kuruluyormuş danışan ve psikoterapist arasında, belki de bu şekilde kurtulacaktır biz OKB'ler takıntılı davranışlarından. 
Şimdi sen hiç teröpatik ilişki kuramamış mı oluyorsun? 
Aden: "Bana mizah yapma ufacık aklınla!"
Bu bir tırmanış metaforu. Odadaki fil metaforu gibi, bariz ortalıkta olan bir sorunu kimse dile getirmek istemiyorsa eğer odadaki fil metaforu kullanılır. Odadaki fili kovalım ve OKB'yi tedavi edelim Aden!
Tırmanış başlamadan önce dağcılar hazır edilir, beklemelisin. 
Balığım da öldüğüne göre odadaki fili kovabiliriz artık. Filler bereket getirir diyorlar, karşımda su gibi berrak bakan hanımefendi ise mavi bir kelebek takıyor kafasına. Yeni başlangıçları sembolize ediyormuş. 
Ben bahtın çalışma ile değişebileceğini inanan gıcıklardan biriyim. 

Balığım öldü.
Bira mı döktüm masaya? 
Kaç saattir içmeye çalışıyorsun o tek bir birayı? 
Yeme patlayacaksın!
En sevdiğin yemeği mi yapmış annen? 
Evet vizyonsuzsun, taze fasulye ne? 
Hayvani içgüdülerim sağ olsun, yine hayattayım. 
Kendini öldürmeyeceksin, bunu aklından bir çıkart. 
Miden mi ağrıyor, yine kaç gün aç bıraktın kendini? 
Rekorun 3 hafta mı, bir ay mı? 
Sen güçsüzsün, pes ettin. 
Hoşçakal demeye geldim ben. 
Nereye gidiyorsun ki bu saatte? Uyumaya belki de. Sanmıyorum uykum yok, enerjim yerinde bir tomar yemek yedim. 
Nasıl durduracağım ben bu açlığı, daha fenası nasıl durduracağım ben bu ölme isteğini? 
Etrafımdaki her şey kulağıma kendimi öldürmem gerektiğini fısıldarken ben yatağıma nasıl rahatça uzanabilirim? 
Karnım ağrıyor, uzansana karnıma. 
İsyankâr olmak için demiyorum, gerçekten canım acıyor. İtaatsizliğim sana değil Aden. 
Fiziksel bir acı mı bu? Baş edilebilir mi? 
Fiziksel bir acı değil. Baş edilebilir elbette başına bağlı olarak. Sanmıyorum ki benim başım baş edebilsin. 
Fiziksel bir acın olduğunu inkâr edemezsin şu an. Karnın yanıyor, belin ağrıyor, üstelik büsbütün gençsin.
Belumotu. 
Efendim?
Waldmeister diyorum belumotu. Yoğurt otu bitkisi o yalnız, ekşidir biraz mayhoş bir tadı var seveni bayılırken kimisi nefret eder. Ben tavsiye ediyorum, tadımlık biraz verebilirim isterseniz. Evet o mavi olan İtalyan Karameli. Pembe olan nar ve portakal karışımı, diğer pembe olan ise çilek. Mor olan lavanta. Çileğin içindeki parçacıkları da görebilirsiniz incelerseniz. 
"Kıza sen latte ve flat white farkını mı anlattın, bir de pizza paketi istemişsin ondan!"
Ayrımcılık mı yaptı sence, seni hiç görmüyor mu diyorsun? Özendin değil mi, çok kıskandın onu. Ona kötü bir şey olsun, hayatı kötüye gitsin falan istemiyorsun yalnızca kıskandın. (Suspicion to rage to fear to humiliation.)
Çok özendin ailesine, davranışlarına, olduğu kişiliğe.
Ben bozuğum. 
Ben bozuğum. 
Ben bozuğum.
Soyum devam etmemeli.
Daha ne kadar sürecek bu yaşadığım saçmalık Camus?
Dünyanın ihtiyacı bana değil, o kız gibi kişilere var. Klişe mi dedin sen, çocuk gibisin sağ beyin.
Ben çürüğüm.
Ben çürüğüm.
Ben çürüğüm.
Quasimodo Esmeralda'yı niye sevdi? Sağ beynini susturabilir misin çok konuşuyor. Kalbine dokunan şevkatli elin sahibi tanrı mı dersin? 
Kendini tanrısallaştırmak mıdır bu? 
Güzel sorular soruyorsun diyor ve zeki biri olduğunu düşünüyor. Ona bu şekilde düşündürmek zor değildi, lakin kendini bir taraftan da aciz göstermek istiyorsun. Çünkü odadaki posteri durduk yere yırtan çocuğa niçin bunu yaptın denildiğinde "Canım öyle istedi." cevabını verecektir. Hiçbir şey, hiçbir eylem boşa yapılmaz, dikkat çekmek veya aykırı görünmek istemiştir belki de. 
O halde bencil miyiz hepimiz? Tehdit ve savunma mekanizmamızı dolayısıyla sempatik sinir sistemimizi çalıştırıyoruz. 
Günü iyi geçsin diye her sabah kendisini beş dakika boyunca gülümsemeye zorlayan kadın gibisin. İşe yarıyor sanırsam.
Peki parasempatik sinirler ne zaman devreye giriyor? Bu otonom sinir sistemi vücudun bilinçsiz hareketlerini kontrol eder, birnevi reflekslerdir. Sempatik sinir sistemi, savaş ve kaç refleksi nazarında çalışıyor olsa da parasempatik sinir sistemi daha çok yediğin öğünü sindir ve yavaşla, vücudunu dinlendir gibi çalışan bir sinir sistemidir.
Eğer hayatın tehlike altında ise sempatik sinir sistemi devreye girerek vücudunun kontrolünü sağlayabilir. Koruyucu meleğin Daphne sanırım sempatik sinir sistemin diyebiliriz. 
Daphne: "Bana en büyük hiper uyarılma anını anlatır mısın?"
İntihar denemelerim sanırım, savaşmaktansa kaçmayı yeğlemiştim hayattan. İntihar benim bu hayatta tutunacak dalımın kalmadığının fizyolojik reaksiyonudur. 
Daphne: "Fakat dinlemiyorsun beni, tehlike anında diyorum."
Beni de hipnoz etmek ister misin?
Daphne: "Sanırım deneyeceğim."
Benim terapistim henüz MBTÖ'nün ne demek olduğunu bilmiyor ki, OKB tedavisinde kullanılan bir yöntem dedim ve geçtim. Peki sana soralım bakalım. Sen norepinefrini hatırlıyor musun lise yıllarından?"
Hatırlıyorum elbette niçin sordun? 
Daphne: "Bildiklerimi tazele. Açık bir dil kullan, özet geç bana."
Neden bunu yaptığımızı anlayamıyorum fakat deneyeceğim. 
Daphne: "Norepinefrin, bir nörotransmitter diyebilirim. Daha açıklayıcı konuşmak gerekirse vücudumuzda sempatik ve parasempatik olmak üzere iki adet sinir sistemi bulunuyor. Sempatik sinir sistemi az evvel de konuştuğumuz gibi kaç ya da savaş prensipine sahip. Merkezi sinir sistemi ve sempatik sinir sistemi arasında bir aktarım olması gerektiği için bunu nörotransmitterler vasıtası ile yapıyor beyin. Bu nörotransmitterler arasında Norepinefrin ve epinefrin de var. Norepinefrin dikkat ve çevreye yanıt verme gibi bölümlerini etkiler beynin. Epinefrin'in kelime anlamı böbreğin üzerinde demek. Böbrek üstü bezinde salgılanıyor yani adrenalin."
Noradrenalin ile Norepinefrin aynı anlamda mı yani?
Daphne: "Bildiğim kadarıyla öyleler. Bana niçin böyle sorular soruyorsun?"
Seni test etmek istiyor olamaz mıyım? Dur şimdi, ona bir mektup yazacak olsan ne yazmak isterdin? 
Daphne: "Kim diye sormayacağım elbette. Veda mektubu olmasını istemezdim. Ona içimden akanları yazdığım öylesine, alelade, pek şaşalı olmayan, sıradan bir mektup olurdu herhalde. Ne bir tiyatro sahnesi, ne güzel bir roman başlangıcı, ne de mükemmel bir veda mektubu. Yalnızca ne hissettiğimi anlatabildiğim kısacık bir mektup."
Neden bana karşı yapmıyorsun? Yollayacağın adresi biliyorsun. Sahipsiz kalan onca mektuba bir baş kaldırı olur belki de. Bana bir mektup yaz, ona yazıyormuşsun gibi hisset. Adresimi biliyorsun. Şimdi gitmem gerekiyor, mektubunu bekleyeceğim.
Daphne: "Gitmesen olmaz mı? Yanımda dursan, ben yine de yazsam o mektubu. Parasempatik sinir sistemimi çalıştıracak ve kalbimi hızlandıracak olan bir mektubu tek başıma yazamam, sana ihtiyacım var."
İlk cümle ve son cümle dışında yazdıklarının benim için bir önemi yok biliyorsun değil mi?
Daphne: "Onun da umurunda değilim zaten, sorun olmaz. Kalacak mısın?"
Alt tarafı bir mektup, ne olabilir ki? Bekliyorum. Al çizim defterime yaz yazacaklarını. Kalemimi bitirme, uzatmamaya çalış. Ben bunu söylemiş olsam da sayfalarca yazacaksın değil mi? 
Daphne: "Evet, üzgünüm."
En azından güçlüsün nazarımda. Başla hadi, nergisler solacak. Pek büyük olmayan bir saksıya ektiğin nergis soğanları can verecek seni beklerken. Nergis çiçeği saygı duymayı temsil eder. 
Daphne: "Güzelliği temsil ettiğini sanıyordum. Defne de göya barış ve zaferi temsil eder, öldürecekti az kalsın beni Apollo."
Hadi ağlamayı kes de al şu tükenmez kalemi ellerine. Bu defa sol elini kullanma gösterişe düşmek için. 

Sevgili Higanbana,
Sana anlatmayı istediğim ve içimde biriktirdiğim öyle çok hislerimle blend cümleler var ki, nasıl başlamam gerektiğini bile düşündüğümde sanki karşımda beni eleştiren gözlerle süzüyormuşsun misali çekinerek gidiyor ellerim kağıda. Ölmüş olsam daha mutlu olup olmayacağın konusunda epey şüphelerim var. Her karanlığı gördüğümde korkarak kaçma sebebim bir daha ışığı tekrar göremeyecek olma korkumdandır. Belki de bu sebeple kaçırıyorum gözlerimi gözlerinden, bir daha bulamam seni korkumdan. Fakat yine de seni bir daha hiç görmediğim çok fazla senaryo canlandırdım gözlerimde. Seni affediyorum her birinde. Anlıyorum gidişlerini her senaryoda, anlıyorum beni sevmeyişlerini, anlıyorum bana eleştirel ve yabancı bir biçimde olan bakışlarını. Sonra bil bakalım ne yaşanıyor? Sana duyduğum sempati yarattığım empatiyi ham yaparak yutuyor ve bir güzel öğütüyor. Seni bir daha bulamam korkusu romantik bir kılıfa sarılmış bir saçmalıktan ibaret. Havada uçan trenlerden birinde kalmış absürdist deli. 

Bak, ben sana kızgın falan değilim beni dışladığın için. Seni çok iyi anlıyorum hatta, ne yaparsam yapayım sana sempatik gelemeyeceğimin farkındayım. Kabullendim, inkâr ettim, isyan ettimedim, bahtımı suçladım, kendimden nefret dâhi ettim biliyor musun? Hasta olduğuma ikna oldum. Kendimi hasta olduğuma dair ikna ettiğime ikna oldum. Tedaviler denedim ama sen yine tek bir adım atmayacaksın biliyorum. Benim bir derdim yok ki, seni mutlu etmek dışında. Bencilim elbette, seni mutlu edecek kişinin ben oluşu sanırım beni asıl mutlu eden olacak lakin yine de direniyorum ben takıntılı biri değilim diye. Maruz bırakarak tedavi etmeye çalıştım kendimi bugün. Meleğim, cehennem köşesinde sıkışmış etlerini koparmaya çalışan şeytanım, canım sevdiğim. Canımdan çok sevdiğim ve sevecek olduğum. Sana kızgın veya kırgın değilim. Küskündüm fakat geçti, öyle uzun küsemem ben. Sana veda etme vaktim çoktan geldi. Seni emanet etmem gereken kuşlarım ve kelebeklerim var. İnan ki Aang nasıl Katara'yı bırakamadı ve son çakrasını açmadıysa ben de seni bırakacağıma sonsuz bilgelikten kaçacağım. Eğer kıyas gerekliyse sonsuz bilgi ve görgü ile bile kıyaslanamayacak kadar fazla değer veriyorum sana. Ölen arkadaşım, bağımı koparttığım onca insan, dokunamadığım sırtım, sonsuz sevgim ve saygım ile seni birlikte çalışmaya davet ediyorum. Heimlich gereksizse yok olayım. Melek gibi, sevgi dolu. Grilerden oluşan hayatı karşıma alıp ondan keskin bir beyaz rengi çıkartmasını istiyorum gibi hissediyorum. Hiçbir şey tertemiz ve yerli yerinde olmayacak. Kaos her yerde. Kaçamazsın kaostan. 
Kaçamazdın kaostan. 
Tam şu an karşımda olsaydın eğer sana bağırmak ister ve bağıramazdım. Seni kaybetmekten hâlâ korkuyor olduğum için kendimden tiksiniyor olsam da kendime değer vermek ve öz-şevkatim işini pek bir ciddiye aldığım söylenebilir. Döktüm sanırım, kızma bana. Korkuyorum, ellerini yüreğime uzatmanı ve yerinden sökmeni istiyorum ki bir başkası daha kırmasın onu. Öyle çok sahip çıkılmak, bir çocuk gibi bakılmak ve sevgi görmek istiyorum ki kendime bile yapamıyorum bu saydıklarımı. Delirip bir kuaförde buluyorum kendimi ki bir başkası saçlarımı okşayarak bu yıpranmış, kopmuş, yanmış saçlarıma bakım yapsın. Bir başkası saçlarımı sevsin diye para veriyor olmak koyuyor. Dokunuşlar halen beni çok korkutuyor olsa da, senden çok korkuyorum desem de yine de o dokunuşlara muhtaçmışım gibi hissediyorum. Travma mıdır bu denli bir arayış yoksa? 
Kabullenemiyorum ihanet konseptini yüreğimin derinliklerinde. Ağzımın suyu akıyor, metro girişinde dans ediyorum gece karanlığında, kol gibi bir kitap duruyor karşımda bilinçdışının keşfi diye. Çizmek istediğim milyonlarca figür duruyor karşımda, hayal gücüm bağırıyor kullan beni diye. Yoruldum sanırım, pek bir şey yapasım yok. 
Kafam mı çalışmıyor dersin, İsa beni o yüzden mi terk etti? Onu da babası terk etmiş, köpek balınkıymış İsa. Hâlbuki melekler koruyor sanıyordum insan ruhlarını. Şeytan böyle kolay kandıramaz insan ruhunu, ordusunu bu kadar kolay büyütemez sanıyordum. Direnişler boşa mı gerçekten? Kumsala doğru uzanan parmaklarını seyrediyorum, elinde tuttuğun kokteyl ne, martini mi yoksa sangria mı? Sen hangisini seçerdin, nasıl tatlar seversin, kimsin? Tanışmayı arzu ederdim seninle, olgun insanlarla olmasını tercih ederdim çevremin makul bir insan olabilseydim. Çocukluğuma sesimi çıkartmam, bunları suratına karşı diyemem. Bilimsel metadolojiye dayanıyor içimdeki acı. 

Bir tiyatro oyunu yazmak istiyorum çocukluğuma. Gelecekte başına gelecekleri imgeleyebileceğim bir piyes. Bu piyesin onda aslında bir noktada her şeye gücün yetiyormuş, ben yeterliymişim, gerekli bir insanmışım, benim ruhum güçlü bir ruhmuş diyebilmesini arzu ederdim. Bu sözleri tam manasıyla hissedebiliyor, özümseyebiliyor olmayı çok isterdim fakat bana epey uzakta kırmızı dağlar. Ölüm çiçeği yolda seni karşılıyor, selam vermeyecek misin yoksa? 
Bilmelisin ki gitmen gerekliydi. 
Aden: "Hayatta kalmaya dair çabanı görebiliyorum Daphne. Seni takdir ediyorum bu sebeple. Savaşıyor bir tarafın her an seni öldürmeyi arzu eden diğer tarafın ile. Her seferinde yardım için haykırıyor, kendi başına çözümler bulmaya çabalıyorsun. Seni öyle takdir ediyorum ki, sen çok güçlü bir ruha sahipsin."
Daphne: "Öyle çok veda, öyle çok yas gördüm ki yok olmak kavramına olan bakış açım genişledi."
Bana tecavüz etsene sevgili dostum.
Havayı içine çek ki yalnızlığın ortaya çıksın. 
Beşinci perde ise kabullenmedir.
Bu noktada karakterler içinde bulundukları durumu kabul ederler. 
Her şeyin farkında olduğumu bu gece yarısı saçma sapan bir otelin sahil kenarında bir taşın üzerinde bacaklarımı sinekler yediği için müthiş bir kaşınma krizinin tam ortasında diyebilirim. 
Ben istenmedim, kabul görmedim, görsem dahi kabul görmüş gibi hissedemedim insanların arasında. Ben etkilendim, etkiledim ve etkileyemedim. Her bir dakikası hoşuma gitti yaptığım her eylemin, iyi veya kötü. 
Öyle güzel bir keyif aldım ki yaşadıklarımdan, kimse böyle acı ve keyfi birarada algılayamaz yanılgısı ile narsistik bağlantılar iliştirdim kişiliğime. İnanıyor muydum, bilemedim. 
Terk edilmek, ölüm, varlık ve yokluk da dahil olmak üzere kabullenebilmek zor bir yolculuktu. 
Her şey başladığı gibi, bitmelidir de belki de. Aldığım nefes keyif verdiği kadar acı da vermelidir belki de. 
Önüne eskiz defterimi aldım ve önce defteri tutan ellerimi çizdim kağıda. Ardından çıplak bacaklarımı resmettim. Önümde salınan dalgaları nasıl resmedeceğim kaygısını yaşarken, gördüklerim dışında başka bir yöntem olmaksızın algıladığım şekilleri çizmeye çabaladım. Başarılı mı oldum, kayıp mı ettim kimin umurunda? Nasıl olsa oyuncular ağladıklarında seyirciler gülmeye devam da edebilirler. 
Kendini geliştirme yolculuğu mu deniyormuş bu bacak uyuşmasına? Gözlerim de seni arıyorlar, tahta kabinden çıkıp gelsen ya! Neredesin, acele et bekliyorum kaç yıldır! 
Elveda.
Merhaba. 
Daphne olmasaydı eğer bu kadar merak etmeyecektim seni. 
Kendine iyi bak savaşçı. 



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

#hep dudaklarımı parçalıyorum

Bir rüya gördüm bugün. 18 Şubat, salı.  Yıl önemsiz, saat de yerinde durmuyor zaten.  Sıcak bi suyun içinde, kavrulan etlerimden buharlar yü...