Bu manalı bakışına nasıl cevap verebileceğimi bilmiyorum Freyja fakat kulak ver bu hikayeme.
Vaktini anımsamıyorum, nerede veya hangi şehirde olduğumun da bir önemi yoktu.
Baygındım sanırım Freyja, hiçbir şey hatırlayamıyordum. Normalde göz kapaklarımı kaldırdığımda rüyalarımdaki gibi karanlıkta olmazdım, aydınlanırdı etrafım iyi veya kötü. Objeleri seçebilir, renkleri algılayabilirdim bu göz numarası ile bile olsa. Gözlerimde yaşlar vardı. Endorfin diye bir hormon var, beynin ürettiği doğal dolorex gibi düşün bunu. Ağlarken epeyce salgılar beynimiz bunu, sinirleri uyuştursun diye. Genelde uykuya dalmamızı kolaylaştırsın diye ağladığımızda otomatik olarak endorfin salgılarız. Beynimiz ağladığımızda uyumaya meylediyor sanırsam. Ben de öyle bir karanlığa düşmüştüm ki gecenin bir yarısı bile olsa etrafımdaki objeleri algılayabilirdi gözlerim normalde. Bu defa öyle değildi Freyja, bu defa her yer gözlerim kapalıyken hissettirdiği gibiydi. Her yer karanlık ve yaşlarla doluydu. Endorfini abartmış olmalıydı beynim. Hemen etrafımda dokunabileceğim bir obje arayışına girmiştim, yürüyordum fakat yürüdüğümü bile hissedemiyordum. Kapkaranlık bir labirentti sanki, labirentin ortasında felç geçirmiş bir ben vardı.Yer rüyalarımdaki gibi kayıyor, bastığım zemin sanki dalgalanıyordu. Dengemi sağlamak için ışığa ihtiyaç duyuyormuşum meğersem, düşecek gibi oluyordum her adımımda. Kucaklarını açmalıydılar Freyja, düşeceğimi sanmıştım gözlerimdeki damlalar gibi. Göremesen de ağladığını hissedebiliyormuşsun. O vakitler canım yanabiliyordu, ben de insandım. Gözlerimi kapatıp açarsam eğer düzelir belki umutlarıyla defalarca kez kırptığımı anımsıyorum, ne acınasıydım. Ellerime bakmaya çalıştım, suratımı yokladım. Hiçbir vücut parçam yoktu görünürde.
Zemin aklıma geldi, zemine dokunmaya çalıştıkça daha da dalgalanıyordu. Oturursam içine çekilirim belki umuduyla yere attım kendimi. Düşmemiştim, zemin daha sağlam hissettiriyordu artık. Ellerimi de zeminle birleştirdiğimde bir şey fark ettim. O an nasıl aklım çalıştı, nasıl bunları düşünebildim bilmiyorum fakat ellerim dokunduğunda aydınlandım sanki. Zemine değen alan büyüdükçe zemin daha gerçekçi bir hale geliyordu. Ellerimi uzattığımda ufak taşlara benzer hisler vermeye başlamıştı. Bu aklıma eğer bütün vücut parçalarımı zemine değdirirsem, zeminde bir değişiklik yaratabilirim umudu doğurdu. Öyle büyük bir korku içindeydim ki Freyja, oldum olası karanlık beni korkutmuştu. Belirsizlikler, zemindeki dalgalanmalar ya öldüğümü ya da kör kaldığımı düşündürmekten başka bir işe yaramıyordu. Uzandım korkakça, vücudumda değebilecek her zerreyi zemine yasladım. Tahmin ettiğim gibiydi, zemin artık tamamen taş kaplı, sert ve parlak bir yapıdaydı. Artık bir şeyler görebiliyordum, ufak da olsa bir parlaklık görebiliyordum. Şükürler olsundu Freyja, kör kalmamıştım. Bu parlaklık kalıcı olacak mı diye bir umutla tekrar oturur vaziyete geçtim. Kalıcı değildi, ilerlemek ve keşfetmek için sürünerek gitmem gerekliydi. Gözlemci de ilerliyorsa eğer ve bir referans noktan yoksa seninle birlikte hareket eden her şey duruyor gibi hissettirmez mi?
Ben buraya nasıl gelmiştim onu düşünmeye başladım tekrar uzanırken. Ne gariptir, hafızam izin vermiyordu yaşananları gözlerimin önüne getirmeye. Tek hatırladığım at kuyruklu, mavi önlüklü bir kız çocuğunun yanında savrulmuş yanık bir levhadan koşarak kaçtığı bir sahneydi. Bir de park halinde araba anımsıyorum, tanıdık bir sokaktaydı bu kız. Kızın suratı tanıdık değildi. Levha yanıktı dolayısıyla yakın zamanda yanmış binadan gelmiş olabilirdi Lodos etkisi ile. Savrulan levhadan koşarak kaçıyor olması mantıksız değildi. Sırt çantası kıpkırmızıydı, okula gidiyor olmalıydı. Bu kız niçin önemli, niçin yalnızca onu hatırlıyorum diye geçirmiştim içimden. Sokak yanmış binanın yakınlarında olmalıydı ki levha rüzgarla savrulsun. Kafe, kafede oturuyordum diye hatırlayınca çocuklar gibi sevinerek ayağa kalkmıştım Freyja. Ayağa kalktığımda zemin daha parlak bir hâle bürünmüştü. Bir şeyler anımsadıkça sanki zemin daha görülebilir bir hâl alıyordu. O halde yüzey alanı ile hiçbir ilgisi yoktu aslında durumun. Daha da zorladım kendimi ve hatırlamaya çalıştım kafeyi. Çalıştığım kafenin karşı sokağında bir kafe vardı. İki yan binası yanmıştı. Lodos estiğinde bu sokağa düşürmüş olması muhtemeldi. Niçin karşı sokak değil de, karşı kafedeki perspektiften çocuğa bakıyordum bunu düşünmeye başladım. Oturuyor olmalıydım veya yerde olmalıydım bu açıdan çocuğu görebilmek için. Hayatımdaki her olayı anımsamaya çalışıyordum Freyja. Sabah yumurta haşlamıştım, annemle vedalaşmıştım. Yolda her zaman dinlediğim şarkıları dinlemiştim. Sıradan bir gündü, kafeye çalışmaya gelmiştim. Karşı sokaktaki kafede ne işim vardı benim, hatırlayamıyordum bir türlü. Biraz yürüyerek zaman kazanmak istedim ve görünür taşlara basarak ilerlemeye çalıştım. Araba daha önceden görmediğim bir arabaydı, normalde o kafenin önüne nadiren arabalar park ederdi. Arka yolda ücretsiz otopark vardı, tercih edilmezdi bu dar park yeri. Araba da küçüktü aslında, göz kırpar gibi bakan tatlı bir araçtı. Sokak güneş altında kalmıştı, palet yerden 30-40 cm yukarıda gibiydi hatırladığım fotoğraf karesi gibi olan hatırada. Hareket etse şu anılar daha net hatırlayacaktım fakat yalnızca fotoğraf kareleri anımsıyordum. Eğer taşları takip ederek karşı yola geçersem belki kendimi bulurum umuduyla yönümü ona uygun ayarladım. Adımlarımı da sayıyordum ki bir yandan yönleri karıştırırsam diğer yollar için geri dönebileyim. Tam beş büyük adım attıktan sonra geri dönüp diğer yolu denedim. Bu defa bu yürüyüş bana bir şeyler daha anımsattı ve donakaldım. Kanım çekildi hatırladığım fotoğraf karesinde. Beyaz kıvırlar karşı yoldaydı, bizim kafeye doğru olan yoldaki dut ağacının köşesinde. Saklanır gibi bir hali de yoktu, bana doğru bakıyordu. Sanki ben bulunduğum konum dolayısıyla kaçıyordum ondan. Elleri ceplerindeydi, ufak bir çantası vardı. Şaşkın bir bakışı vardı sanki, beni gördüğüne mi şaşırmıştı? Asıl onun ne işi vardı ki orada, şehir mi değiştirmişti benimle konuşmak için? Fotoğraf karelerine uygun olarak beş adımımı artırdım ve bu defa on adımla beyaz kıvırları aramaya giriştim. Sokak git gide netleşiyordu, zemin kendi rengini alıyordu fakat ellerimi uzattığımda ellerim bir silüetten ibaretti. Bacaklarıma bakamıyordum. Hiçbir obje yoktu dokunabileceğim. Beyaz kıvırlar burada olmalıydı adım hesabıma göre, bir yerde hata yapıyor olmalıyım diyerek olduğum yerde döndüğümde bir ton farkı yakaladım. Freyja sana mutluluğumu anlatamam koşar adımlarla bir ton daha açık olan alana gittim. Bu defa elimi uzattığımda ahşap bir maddeye dokunduğumu hissettim. Sandalyeye benziyordu şekli, ben kafede burada mı oturuyordum diye düşündüm. Konum açısından mükemmeldi, her açıya uyum sağlıyordu. Sandalyeye dokunduğumda sandalye de parlaklaştı ve doğal ahşap rengine dönmüştü. Şimdi bir sokak ve bir sandalye dışında karanlığın ortasında, hiçkimse yokken ve aklımı henüz kaybetmemişken bir kumar oynayarak bayılmamayı seçmiştim. Çok derin nefesler alıyordum Freyja, ölüm beni içine çekmiş gibiydi. Ölsem daha az endişelenirdim fakat rüya bile görmüyordum. Rüya olmadığına emin olmuştum çoktan, kendi kolumu ısırmıştım hissedecek miyim diye. Canım acımıştı, canımın yanışı ilk defa beni gerçek ve huzurlu hissettirmişti. Gözlerimden akanlar ilk defa bu kadar amaçsızlardı. Huzurumun kaynağı umudumdu, beni öldüren de umudum olacaktı. Ellerim titriyor, kalbim daha da hızlanıyordu belirsizlikleri düşündüğümde. Nasıl bir büyü, nasıl bir psikolojideydim, ne içmiştim hiç bilmiyordum.
Yıllar evvel komşumuz olan baharat teyzeyi anımsadım durup dururken, sen de hatırlıyor musun? Sarkık ve kocaman memeleriyle apartmanın önüne oturur, hem güneşlenir hem de tüm mahallenin dedikodusunu yapardı Ayşe teyze. Bizden sürekli baharat istediği için ismine baharat teyze derdik. Niçin böyle bir şey anımsadığımı bilmiyorum. Ona ait anılarım içinde yalnızca dedikodu zamanları ve çok az kısır günleri vardı. Mahallece toplaşıp göbek atılan, müthiş yemeklerin döndüğü günlerdi onlar. Baharat teyze sarmayı ve kısırı iğrenç yapardı, bir tek sosisli poğaçası çok hoşuma giderdi. Tabak tabak sosisli poğaça ile karışık rus salatası, üzerine de bisküvi pasta yerdim. Yetmezdi poğaçalardan gizli gizli alır eve götürürdüm, yenisini istemeye çok utanırdım. Bir gün yine apartmanın önünde oturup çekirdek çitlerlerken annemle, hatırlıyor musun biz de korkuluklardan kayardık o sırada. Kayarken ben durup tanrı nasıl bir şeye benziyor acaba diye sormuştum. Bana cevap vermemişlerdi, ben de kağıt kalem alıp yanıma, tanrıyı çizip göstermiştim. Bence gökyüzüne benziyor, o kadar özgürdür demiştim. Fakat sonra kağıdı çevirmişlerdi ve hep gördüğüm mor canavarı çizmiştim. Bu ne dediklerinde Allah işte, diye yanıtlamıştım. Hem gök kadar özgür, hem de bizi bu kapı kenarındaki canavar gibi evlere kapatacak kadar kötü bir şeydir demiştim. Çocuk aklı ne kadar taze, ne saf. Kapıdaki mor canavarı görmeyi bıraktım, görsem de korkacağımı sanmıyorum artık duygularımı da bıraktım. Sormana gerek yok Freyja, biliyorsun tanrı ile olan bağlantımı. İnanmam varlığına, varlığı fikri uyuşmaz mantığıma. Özüm arzular yalnızca varlığını, aşık olmak gibi nükseder anlamam bile. Sahi Freyja, sen hiç aşık oldun mu? Ben sürüne sürüne o karanlığın içinde, hiçliğin orta yerinde, yalnızca zemini hissederek saatlerce beyaz kıvırları aradım. Sandalye aydınlandıktan sonra at kuyruklu kızın olduğu tarafa doğru yönelttim adımlarımı. Dengem iyice yok olmuştu, bacaklarımı orada yitirdim Freyja. Yerden 30 cm yükseklikte olan levha, biranda karanlığın içinden çıkıverdi. Yeni yanmış olmalıydı ki bacaklarımı koparttı yerinden. Ben yalnızca beyaz kıvırları arıyordum, canımın yandığını bilmiyordum ki. Bacaklarım olmadığını at kuyruklu kızın bana korku dolu bakışını hatırladığımda anladım. O bakışı unutamazdım, at kuyruklu kız o karanlığın içinde parıldamaya başladı. Oyunlarda harita açarlar ya, yavaş yavaş hayatımdan sahneleri aydınlatıyormuşum gibi hissetmiştim. Acı hissetmeden bu defa sıra beyaz kıvırlardadır diyerek yine yönğmğ değiştirdim. Her yönümü değiştirdiğimde başka bir anı beni karşısına alıyordu, sanki asıl amacım beyaz kıvırları görmek değildi.nona ulaşmaya çalıştıkça her yer daha da kararıyordu. Bunu fark ettiğimde çok geç olmuştu, zeminin parıltısını yitirmiştim onu arama yolunda. Yolu saymayı da becerememiştim ve eğer uykudaysam şu an uyanmalıyım demiştim kendime. Rüyadan kendi isteğimizle uyanabilir miyiz Freyja? Pekâla rüya değil de gerçekliğin içinde yitip gittiysek, kendimizi uyandırmaya çalışsak yapabilir miyiz? Tekrar uykuya dalmak dışında pek bir vasfımız yoktu bu noktada. En azından ben öyle sanıyordum. Bu karanlık yere ilk geldiğimde kendimi rüyada veya bir simülasyonun içerisinde gibi düşünmüştüm. Simülarkımız at kuyruklu kızdı, beyaz kıvırları engelliyordu. Fakat anladım ki simülark benim ve gerçelik de tam olarak içinde bulunduğum bu bacaksız durum. Bu olaylar daha evvelden yaşanmamıştı, ne deja vu ne de deja mort. Yalnızca beynim biraz yavaş algılıyordu şok içinde kaldığı için. Her konuyu geç anlardım ben zaten, hatırlarsın. Bir ödev verilirdi ve her zaman ilk dakikadan son saniyeye kadar onu yetiştirmeye ve gerçekten kavramaya çabalardım. Siz 1 ayda anlardınız, ben bir sene geçse anlamazdım. 10 sene geçti Freyja, on koca sene süpürdü geçti bizleri. Ben hâlâ anlamadım, hâlâ daha anlamayacağım.
Lodoslu bir iş günümde Beyaz kıvırlarla veda için kafeden çıkıp karşı sokağa geçmiştim. Ahşap bir sandalye çekerek onun gelmesini bekliyordum. Korkuyordum, ayrılacağımız barizdi. İkimiz de bir olay çıkartarak bu süreci uzatmaya çabalıyorduk. Fakat ikimiz de biliyorduk ki bu buluşma son buluşmamızdı. Evren bir daha az evvelki boyutta olmayacak, 1 milyon ışık yılı başına saniyede 20 kilometre daha büyümüş olacaktı. Onu o dut ağacının kenarında gördüğümde yok olmak, ondan kaçmak gelmişti içimden ve sandalyenin yanına çökmüştüm. Işık gibiyim işte, parçacık mıyım yoksa dalga mıyım belirsizim. Hem onunlaydım, hem de öyle uzaktım ki ona. O sırada at kuyruklu bir kız okula yetilmek için kıpkırmızı çantası ile sokakta koşarken çantasını arabanın aynasına takarak yere düşmüştü. Çantanın içinden dökülen eşyalarına yardım etmek gelmişti içimden ve ona doğru yürüyordum. Tam bu sırada lodosun etkisiyle yanan binadan düşen levha yerden 30 cm yükseklikte büyük bir hızla üzerime düşmüştü. Beni sürükleyen levha sokağa fırlatmıştı ve levha ile birlikte epey yavaş gidiyor olmasına rağmen bir arabanın altına girmişti bacaklarım. Deri bütünlüğünü bozmuş lastiklerin yüzey alanı, levha ise incelen deriyi kesip atmış. Yaşanan kazayı gören beyaz kıvırlar benimle göz göze gelmişti. Bacaklarım tamamen birbirinden ayrılmamıştı, yalnızca levhanın da etkisiyle duyularımı kaybetmiştim ve bacaklarım artık hareketsizdi. Yoğun bir doku hasarı yaşanmış o bölgede, ampüte edildi.
Zemin taşlarla dolu, gri bir renk yerine 1 g benzidin ile 10 cc %50'lik Glasiyel asetik asit çözeltisi rengini almıştı. Her yerde parçalarım var gibiydi, bir gram olsun acı hissetmiyordum Freyja. Hayır, bu hikaye bir rüyadan ya da bir kabustan çıkma değil. Bu hikaye nasıl bacaklarımı kaybettiğim, nasıl gerçekliği rüyalarımla karıştırır olduğum ya da nasıl artık vücudumun acıyı hissetmediği hikayesi değil. Bakma dudaklarımdaki yanıklara, canım yanmıyor. Şu an bu hastanede bacaklarım yokken duyarsızlık sendromumu kavramaya çalışan hemşireler gibi ağzını ayırma bana. Şizofreni tedavisinin yanı sıra nasıl olur da erişkin bir yaşta travmaya bağlı olarak konjenital ağrı duyarsızlığının bende gelişebildiği mucizesine de bakma. Zaten referans noktamız da hareketliydi. Ben travma sonrası bu rahatsızlıkları yaşarken metamorfozu iliklerinde yaşayan sendin. İlerleme çift taraflıyken, duyarsızlıklar tek taraflı gelişti. Bacaklarımı yitirdim fakat tanrı bana bir güç bahşetti, koşabiliyordum her karanlığa girdiğimde. Freyja ağlama sakın bu hikayeye, tanrılar affetmiş olmalı beni hislerimi aldılar elimden ve armağan olarak bu akıl hastalığını bahşettiler.
Yanlış anladın sen beni.
Bu hikaye yalnızca bir aşk hikayesi Freyja.
Ve sen yoksun.
Bu yalnızca bir veda mektubu Freyja.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder