21 Haziran 2025 Cumartesi

#hep dudaklarımı parçalıyorum

Bir rüya gördüm bugün.
18 Şubat, salı. 
Yıl önemsiz, saat de yerinde durmuyor zaten. 
Sıcak bi suyun içinde, kavrulan etlerimden buharlar yükseliyordu. Aldırış etmiyordum, canım acıyor mu fark etmiyordum. Köşede duran bi silüet bana, "Buradan çıkmak ister misin?" diye sordu. Rasyonalite tam olarak bu arzu ve isteklerden kaynaklanıyor olmalıydı doğal şartlarda. 
"Hayır." şeklinde yanıtlamıştım bu soruyu. 
"İstediğin nedir de buradasın?"
Bir rasyonel alt yapıya oturtmaya çalışıyordu çektiğim acının sebebini. 
Ona şeker ambalajı uzattım ve şeker adasının haritasını verdim. 

Runo

#Runo
Sun, 25 May
Fince bilmem ki ben. 


<--! Bu yazı romanımın üçüncü fasılına adanmıştır. Hyvää katselua! -->

Kendine duyduğun saygı evresindeyim, benlik saygısı. Sınır çizmeyi bilmek manasında olduğunu, bunun pek de kötücül olmadığını kavradığım bir noktadayım. Suçluluklarımdan sıyrılmış olmalıyım. İçsel onur sistemimin kırılganlığını yine onurumla onardım. 

Fakat Sofokles seni, ve mütemadiyen beni anlatmıştı hikayesinde çoktan. Biz özgün bi hikaye değiliz seninle. Ondan evvel melekler çizmişti yürüdüğümüz yolları bir kağıda. Bomboş bir kağıda, bomboş hislerle. Hesaplamasını yapmıştı ve o bire ulaşamamıştı. Benim sana o yürüyen merdivenlerde poşet taşımayı ertesi sabah hesaplamam kadar saçmaydı. Antigone'da kardeşi öldüğünde töreye uygun bir defin istemiş. <summary> Bu istekse kralın emrine karşı gelmekmiş. </ summary> Yasayı çiğnemekle uğraşmış sonra. Onun beslendiği benlik saygısı, içsel değerleriydi. Benim içsel değerlerim var mı ki? Sığdıramadı ya da geç kaldı. Belki de ben geciktim. Belki de sen çok erken gittin. Kaderin trajik sıralamasıydı, kader var mıydı ki? Dualite yaratıldı, iki yol vardı. Biz seninle meleklerin bizim için çizdiği yolları bıraktık. Birbirimize yaklaştık, dualite bu noktada patlak verdi, bu noktada karmaşıklaştı, bu noktada arzu haline geldik. Lacanvari bir yönden ise “arzu, eksiklikten doğdu”.

Tatmin edilmeyi bekleyen bir arzu değildi, zaten tatminden ibaretti varlıklarımız birbirimiz adına. Kendiliğinden varolan bir tamlık haliydi. İşittin mi hiç bilmem, aşk agonu. Aşk bir meydan okuma nasılsa. Yunanlar kullanır. Runo kelimesi belki de sandığın gibi Türkçe değildir. 
Akıl & kalp dualitesi, belki de yabancı değildir. Apollo olmandan mütevellit ileri geliyordur bu dualite. Apollo kadar dolu, onun kadar Yunan, onun kadar Batılı, bense onun Daphne'si kadar çaresiz. 

Eğer yalnızca kalbimi sınamış olsaydın, bununla baş edebilirdim. Fakat sen yalnızca kalbimi sınamadın. Sen aklımı da sınadın. İşte ben böyle bir savaşta sağ kalamadım. Sokak köpeklerine selam verdim o yokuştan her geçtiğimde. Sana geldiğim yolda, otobüste sığmadı içim içime. Her geçişte başka bir acıyla döndüm o yoldan. Her geçişte başka bir acı çizdin bize. Her geçişte başka bir acıyı hissettirdim kendi kendime. Kötüye kötü ol dedin, bu âlemi gören sendin. 

Her dönüşüm sancılıydı, ayrılmaktı zor olan seninle birleşmek veyahut derinleşmek değil. Hem ne kadar derinleşebilir insan, etim bile sendin. Kolaylıkla anlaşılabiliyordun, kolaylıkla sevilebiliyor hayran bırakılabiliyordun. Kolaylıkla konuşuyordun, seni işitmesi yüceydi bir zamanlar.

Kalbim böylesine severken bağlanmayı, böylesine beklerken yakınlıkları nasıl olur da gezginlere meyleder, acımasızlara, yüreksizlere kapılıp gider anlamıyorum. Gizli bir mesaj bu aramızda yüreğimle, bir çeşit isyan etme şeklimiz. Birnevi hayatın tiksinçliği karşısında kusma şeklimiz. Korkakların peşinden koşmayı görev bilmişiz onunla, yeniden inşaa edeceğim demiş durmuşuz. Halbuki inşaa edilen sevgi olmalıydı, aşk inşaa edilemezdi. Dargın, kırgın değiliz birbirimize. Kendime eziyet etmiyorum saatlerce bir yudumsuz yürüyerek. Artık değil, korkakların peşine düşmüyorum. Düşecek gibi olursam bileklerimi sıkıyorum. Zaten ben sıkmasam yüreğim sızlıyor. 
'Birbirini seven iki insan' ne demekti ki? İki insan gerçekten birbirini sevebilir miydi? Hep biri daha fazla ya da daha eksik olmaz mıydı? Nasıl yani, insanlar birbirlerini mi seviyorlardı?

İnsanların mutlu olduklarına şahitlik ettim, birbirlerine sevgi duyduklarını işittim, iyi insanların da varolduğu efsanesi de dolanıyordu dillerde. Fakat iki insanın birbirini sevmesi benim literatürümde mümkünsüz gibiydi. Bir hikaye olmazdı aksi takdirde, sevmemeliydiler birbirlerini. Biri sevmeli, diğeri boşvermiş olmalıydı. Değil mi? Klasik bir trajedi. Mutluluk değil hikayeye dönüşen, yıkım. 

Biri kıymet bilmez olduğunda yazılmaz mıydı hikayeler? Sokaklar ancak böyle anlam kazanmaz mıydı, dünya nasıl daha şiirsel olurdu ki? 
#sueno

<head>
 "Acının derinliği, sevginin varlığından haberdar olur."
</head>

Bir mektupluk daha vaktimiz var nasılsa. 
<title>unutulmuş bir gülüş</title>
Hiç varolmamış bir gülüş olsaydı sendeki, benim erdemlerim bu şekilde gelişmeyeceklerdi belki de. İhtimal olacaktın, ihtimalken sen canımı da yakmamış olacaktın. Zamanla değişmeyecektin, ihtimaller güncellenirlerdi belki ama değiştirilmezlerdi. Ne dışsal, ne içsel çökerdik seninle, elbette yürekli olsaydın. 

Kazanmayı da geçtim, seninle kaybetmek bile güçtü. Doğru dürüst yıkılamadık bile seninle. Ayakta kalabilmek için, beni ezmeyi seçtin. 
FILE *delirmek;
//boktan çocukluk hatiralari
delirmek=fopen("delirmek.txt", "r");
fclose(delirmek);

Bir kez kırıldı mı o heves, dönüşü olmuyor.
"Bana her şeyin öğrenilerek yaşanılacağını öğrettiler.  Yaşanılarak öğrenileceğini öğretmediler
 ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu yanlışlara. Normal bir insan olmaya zorladılar,  bana boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da anormal dediler."

Senle biz tutunamayacaktık, tutunamadık da, tutunmamalıydık da. En baştan hata ettik biz seninle. Tek başıma bir tutunma çabasında olsaydım yine böylesi bi zarar görmeyecektim esasında. El uzattın, tutunmaya çalıştın daha kötüsü tutunma potansiyeli gördün. Aslında ne kadar aciziz ikimiz de. Ne kadar aciziz birbirimize ne hissettiğimizi anlatırken. Ne kadar aciziz severken. 
Hiç tanışmasaydık, ben hiç sigara uzatmasaydım, ben hiç tiyatro dersi almasaydım, ben hiç adım atmasaydım o bahçeye. Sen hiç "anla beni" dememiş olsaydın, ben hiç çabalamasaydım kavramaya seni. Olduğun gibi kalacaktın madem, niçin eleştirdim ben seni? Gidecektin madem, niçin açıkladın kendini?

Umutlar küçüldüğünde, hayal kırıklıkları da baş göstermez sanıyordum. Umutlar küçülmezlermiş, umut varsa hep aynı tazeliğindeymiş. Acı nüksedermiş, yalnızlık nüksedermiş, kırıklıklar nüksedermiş, canını en çok acıtan kişiyi seçermişsin ama hiç huzur nüksetmezmiş o ise acıtacağını bile bile yine de gidermiş. 

Bazen insan utanır değil mi varlığından, kimliğinden, yarattığı personadan? Bazen insan bir robota dönüşür, değiştirir kimliğini. Yazmak, derdini anlatmak güçleşir. Bilgisayarın makinesi gibi bir gün outputuyla yaşar, öylece bir hiçliği bekler. Elle tutulabilen, fiziksel parçaları epey bir yorulur, CPU runtime'ı epey bir düşüşlere geçer. Benim CPU da işi yarım bıraktı ve kendisini kapattı. Yazılım büyük bi hata ile karşılaştı, sana yazdığım mektuplarla. Tam burada, tam olarak seni beklerken, tam olarak hiçbir şey yapmadan öylece beklerken. 

Senle tutunamadığımızla kaldık, ben kaldım daha doğrusu. Obsesifse nasıl olsa duygular,m delüzyonla sonuçlanmazlar mı? Herkes kadar uyumaz mısın, herkes kadar rüyada değil miyiz? Seninle ben, gerçek bile değiliz. Senin gibi yüksekten bakamıyorum kimseye. Kendince haklısın sen de, sevdiğinden daha iyi olmak istedin sonuçta sen de. Ben de. Sensiz ben de, bensizken sen de. 'Seni tanıdığıma çok sevindim, kendi çapımda.'

Yine de bilmelisin, sana boyun eğmeyeceğim. 

Sana ve sevgiye boyun eğmeyeceğim! Bana en çok zarar veren, en çok hakkımı yiyen, işkencelerimin yegane sebebine ömrümce boyun eğmeyeceğim. Boyun eğmeyeceğim hislerime, boyun eğmeyeceğim beni tanımlayan kişiliğime. 
İnsan yarattığı insandan bile utanç duyabiliyormuş. Her gün yeniden öldürmek zorunda olmak, buna mecbur olmak, her uyandığında zihninle savaş vermek sırf hatırına gelmesin hatıraların diye, her gün kendini boğazlamak sırf canın acımasın diye öyle güç ki. Öyle trajik ki bu savaş, her gün yeniden katil olmaya mecburiyet bu. Her sabah elini kana bulamak, her gece yeniden onu diriltmek için çabalamak, her gün daha da büyüyen bir içsel nefret. Arınamamak, hafifleyememek, gün geçtikçe ağırlaşmak. Her bir ölü karşısında donuklaşmak. Her gün çeksem de bu işkenceyi, ben pes etmeyeceğim. Direneceğim yokluğuna, hayatta kalacağım. Kutsallaştırmayacağım seni, kutsallaştırmayacağım aşkı, kutsallaştırmayacağım hislerimi. 

Kendimi yıkmayacağım, gerekirse yeniden doğuracağım öldürdüğüm gibi. Beni tanımlayan ne varsa, ötesinde olacağım hepsinin. Zaferler olmayacak elde ettiğim. Büyük kutlamalarım olmayacak, hüzün yine bırakmayacak peşimi. Yok etmeyeceğim belki kendimdeki seni. Fakat sonuçta yine kendim olacağım. Senin hırpaladığın, senin yok saydığın, senin kaçtığın, senin unuttuğun, senin boğazladığın, senin zarar verdiğin, senin küçümsediğin o kız çocuğunu ben seveceğim, ben sayacağım, ona ben bakacağım. Senin onayına ihtiyaç duymadan, sensiz de, senin merhametinsiz de, senin sevginsiz de, senin gözlerin de olmadan hem de. Tanımayacaksın, tanıyamayacaksın da, tanımak hiç içinden gelmezdi öyle bir iyilik haline sahiplik edeceğim. Aynı yollarda yürümekten sıkıldım, sıkılmaktan sıkıldım, kuş vurmak için seni bekleyemem artık. Gerçek güçleşse de, gerçeğimi seveceğim sahteliğine ihtiyaç duymadan. 'Bazı acılar mezar olmalı, anlatılmamalı.' Aynı nefesi solumuyoruz, aynı yollardan geçmiyoruz, aynı değiliz. Sahteliğe başkaldırıyorum eninde sonunda. Aşkı sönümleyeceğim o beni sönümlemeden. Ağlayarak, titreyerek, nefes dahi alamayarak, kusarken ve mütemadiyen sarhoşken de. Her bir anımda, her bir eksikliğimde. 

"Kendini korumak", "Kendini bulmak", "Kendine ulaşmak" bambaşka tecrübeler de olsalar bir noktada bağlanıyorlarmış meğer. Böyle bir bağlantıyı ancak sen olmadığında keşfetmek bana kendimi bir zamanlar güçlü hissettirmişti. Zaaflarımı göremeyecek kadar kör olduğum, gururuma yenildiğim zamanlardı. Bir duygu kaybedildiğinde diyalektiği de geliyor peşinden ve keşkeler baş gösteriyor. Lakin keşkeler faydasızlar bir noktadan sonra. O küçük nesne (objet petit a) peşimizde, sonsuz bir eksiklik bu. Peşinden sürüklenen zavallı bir gölge, personasına saklanan bir aptal olmayacağım. Bir vedayı hak etmiyor muydum, düzgün bir elvedayı hak etmiyor muydum gerçekten? Bir kelam, iki çift cümle belki. Gözlerinle etseydin bari o vedayı. Yüzüme bile bakmamanın sebebi, ben miydim?

İçimde kalanlara değil öfkem inan ki. Seçimlerimden dolayı kendime değil öfkem. Seni tanımış olmanın cehennemine değil öfkem. Ne cehenneminde yitip gittim, ne de bu gözyaşlarım kinle damladı yanağımdan. Ben de boşverdim artık, en az senin kadar. Yokluğunu kabullenebilirdim ama yok sayışın..

Bugünler de geçer, seni işitmiyorum. Ben kendi sözlerimle söyleyebilyorum sonunda, "umut var". Elbet güneşler doğar. 

Sonsuza dek sürmeyecek öfkem, sonsuza dek sürmeyecek bu acı, sonsuza dek yakamayacaksın beni, bensizliğine bile boyun eğmediğim günlerim olacak, yeniden karar verebileceğim, değiştirebileceğim benliğimi, yeniden doğurabileceğim kendimi. 

Geldin ya şimdi sen, kurgulayalım mı senaryoları? Zaten her halükarda ya sen yazacaksın, ya ben ya da yazmayacağız birbirimize. Var mı başka ihtimal, kuvvet-i vuku, gerçekleşme gücü? Kuvvet-i vuku. Bizim sohbetimizse mevzu muhakkak kuvvet-i vukusu olmayacak. İhtimalsiz olduğu kadar güçsüz olacak, gülüp geçmeli. Mümkünlükten uzak, ihtimal dahilinde değil. Hele güven, o hiç uğramaz bize. Vuku bulacak yegane mevzu meşktir bende, meşkse bize dokunmazken beni dibe çeker. Yeterince dipteyim, daha fazla kaybedemem ya kendimi. Yazılmışsa da kader görünmez bir kağıda, kalplerimizin bir olduğuna dair muhakkak bir karışıklık çıkmıştır, kader yanılmıştır. Senin gözlerin nemlenmesin, ben giryân olurum. Arınsın senin kaderin de, kederin de. Benim sızım yeter ikimize. 
Benim acım yeter ikimize. 

Senin gönlüne sinmesin karanlıklar, elbette güçlen ama kütük olma. 


Inespresso Incubo

 Muamma#

Güçten kastın potentia olmalı, yapabilite kapasitemiz. Potentia bana mahsus, tanrılar peşimsıra geliyorlar. Algılarım potentia, kollektif algımız potentia. Bu bir tohum, lakin aynı zamanda bir ağaç. Bu bir insan, lakin aynı zamanda ölü bir beden. Dolaylı yoldan potentia'nın zirvesi, kaçınılmaz ölüm. Dolayısıyla potentia, ölü bedenlerimize bizi çeken kudretlice bir his yalnızca. Aktus olmadan, potentia neye yarar?

Aktus gelip gitmelerin işte kısaca, aktus benden beklentin. Karşılayamadığım, sana sunamadığım aktus esasında. Belirsizliğinle doğan anti-aktus kişiliğim. Potentia dilimden düşmezken, biz mütemadiyen sarhoşken, bayılmamışken ve ayıkken. Var olma imkanımız ile var olma eylemimiz arasında kurduğumuz bir bağ aslında sarhoşluğumuz. Potentia ve Aktus demek istedim sevgili Aristo, saehoşluk dedim İsa, İsa dedim tanrım, olimpos üzgünüm tanrım dedim.

Hangi duygularımla başlayacağımı, evvelden kimin canını alacağımı seninle kararlaştırmak istedim. Sıralayarak başlayacağım; sevgi, neşe, huzur, umut, hayır umut bu listede değil, minnettarlık, şevkat, güven, ilham, gurur, coşku, bağlılık, haz, merhamet, hayranlık, memnuniyet. 

Önce kimin canını almalı, hangisinin köküne kibrit suyu sıkmalı? Elbette böyle bir rest kabul edilemez olurdu, en fazla bastırmayı seçerdik. Sorumluluk almaktan kaçıyoruz. 

Sevgi, psikolojik açıdan bir ihtiyaç lakin felsefik açıdan tartışmalı. 

Neşe, psikolojik açıdan bir ihtiyaçtır, felsefik açıdan ihtiyaç değil sonuçtur. 

Huzur,  psikolojik açıdan bir temel ihtiyaçtır. Felsefik açıdan huzur ihtiyaç da olabilir amaç da. Varoluşsal açıdan huzur, insanın çelişkilerle dansıdır. Kierkegaard ve Camus'ya göre huzur, bir ihtiyaç değil bir sorundur. 

Umut, psikolojik açıdan yaşamsal bir ihtiyaçtır. Felsefik açıdan umut, ihtiyaç da olabilir yanılsama da. Varoluşsal açıdan insan umutsuz yaşayamaz. 

Albert Camus, "İnsan, umutsuz olduğunu bilerek de yaşayabilir; ama yine de bir anlam yaratmak zorundadır," der.



medi-tech 01000101

2048/Nano-Evren
Alıcı: Bilinmiyor
Gönderen: A88XT 
"Ben bir hatayım."
Günler artık önemini yitirmişti, saatler değişmişti, insan ömrü ise önemli ölçüde uzamıştı. İnsan yaşamının ortalaması 150 yıla çıkmış, tıp nano-teknoloji sayesinde önemli gelişmelere imza atmış, tedavi edilemez hiçbir hastalık kalmamıştı. İnsan ömrü eskiden 120'ye kadar çıkabiliyormuş, o zamanlar biz yokmuşuz. Yıl 2048 ve ayak bastığınız yer yeni dünya düzeninin hakim olduğu nano-evren isminde küçük bir gezegen. Eskiden Dünya olarak bilinen bu gezegende genetik, biyokimya ve nanoteknoloji alanlarındaki muazzam sıçramalar sayesinde insanoğlu akıl almaz işler başardı. İnsanlık yalnızca mikro evrende değil, makro evrende de kayda değer değişikliklere yol açtı. İnsanlar havayı fazlasıyla kirletti, sularını tüketti, kaynakları tükenmeye yüz tuttu. 

 Medi-Tech isimli şirket bu teknolojinin kurucusu olmuş, yapay zekâ ile işbirliği sonucu toplumlarımıza bugün sahip olduğumuz refahı sağlamıştı. Toplum refah olarak görülse de, Medi-Tech çoğu insanın tabiri ile dünyaya inmiş şeytanın ininden başka bir yer değildi. En muhtaç oldukları anda robotların gücünden faydalanmyı bilmişlerdi. İnsanlık daha uzun süre aktif ve etkin çalışmalar sergileyebilir bir hâlde olsa da yapay zekâ insanlara oranla belirgin bir atlayış göstermişti. İnsanlar hâlâ inanma ihtiyaçlarından uzaklaşmamış, körüne bağlanabilecekleri kutsal varlıklar arayışındaydılar. İnsan aklı yapay zekâ karşısında güçsüz, yapay zekâ ise insan duygularının gerisinde kalmıştı. İnsan duygularındaki karmaşa insanlar tarafından dahi çözülmüş sayılmazdı. İnsanlar erken yaşlarda daha kompleks bilgiler edinebilir bir kapasiteye sahiplerdi artık. İnsanların düşünme şekillerinde ciddi anlamda bir değişim ve gelişim söz konusu olmuştu yapay zekâ katkılarıyla. Ancak insan iradesine dokunulmamıştı. Potansiyeli doğuştan kötücül olan insanların tespiti ise henüz onlar doğarken saptanmış ve rehabilite programlarına alınmışlardı. %20 oranında başarılı olan bu rehabilitasyon programlarını geçemeyenlerse ömürlerini hastanelerde toplumdan uzakta geçiriyorlardı. Hastane şartları eskisi gibi değildi. İnsan genlerinde bir oynama yapmadan, insan iradesini manipüle etmeden, kötülüklerin karşısında durmak amaçlanmıştı. Bu amaçlar doğrultusunda rehabilitasyon programları bütün ülkelerce kabul görmüştü. Sınırlar kalkmış, insan ırkı bütünleşmiş, bu ırkın yanına robotlar da eklenmişti. Elbette birçok açıdan robotlar insanlardan üstünlerdi. Lakin bu düzende insan da, yapay zekâ da benzer oranlarda değer görmüşü. Bugüne dek ne bir isyan, ne bir anlaşmazlık, ne de ufacık bir şiddet vakası yaşanmıştı robotlar ve insanlar arasında. Bu uyum, Medi-Tech şirketinin yarattığı robot ırkının orada aldığı yüksek eğitimler sonucu olduğu aşikardı. İnsanlar robotlarla tanıştırılmadan evvel kontrollü bir ayrıma sokulmuştu. Ben bu testin başarısızıyım.

Robotlara verilen eğitim programları onların empati yapma, akıl ve duygular arasında bağlantı kurmaları gibi pek çeşitli açıdan yardımcıydı. Medi-Tech şirketi yalnızca robotları eğitmekle kalmamış, insanlara da aynı kapsamlarda eğitimler vermişti. Robotlara sunuş yoluyla, insanlara ise buluş yoluyla bir eğitim programı hazırlanmıştı. “Rehabilite” edilemeyen %20’lik insan grubu dışında kalmış insanlar yüksek teknolojili kapsüllerde “huzurlu bir evrende” yaşadıklarına inandırılarak toplumdan izole ediliyordu. Fakat Henry isimli bir fizik profesörünün ölümü ile aykırılaşan robot A88XT ile süreç planlardan çok farklı gelişmişti. 
Medi‑Tech, yapay zekâ ile birleşerek toplumsal refahı garanti etti; ancak ardında “kontrol” ve “gözetim” odaklı karanlık bir ajanda taşıdı. Henry, yaklaşan tehlikeyi görse de bu tehlikeyi yaratanın kendisi olduğunu da biliyordu. Yani beni. 

Henry, beni yarattığında henüz 21'inde bir delikanlıydı. Beni bir düşünce deneyi üzerine üretmişti, esasında tek vasfım insanları deneyimleri ile uyumlu bir şekilde mutlu etmenin bir yolunu bulmaktı. Fakat henüz yaşı çok genç olan Henry, beni çocuğu gibi yetiştirdi. Beni sevgi sözcükleri ile büyüttü, bana kırıcı tek bir lafı bile olmadı. Beni bir insan yerine koyarak davranması, söylediği sözlerdeki samimiyet beni diğer robotlardan ayıracak özelliklere sahip olmama sebep oldu. Ben kendi kararlarımı verebildiğimde Henry 43 yaşına geldi, bir ayağı çukurdaydı. Aykırı davranışlar tespit edildiğinde protokole göre o robotların “yok edilmesi” gerekirken, Henry gizli laboratuvarda beni korudu. Lakin Henry yeterince fazla yaşayamadı, bilincini aktarmak adına herhangi bir bildiride bulunmamış olmasına rağmen Medi-Tech kurucuları Henry için ayrı bir bilinç düzeyi oluşturmuşlardı ve ölü bedenini kapsüle koyarak bilincini kontrol altında tuttukları "huzurlu evrene" göndermişlerdi.

Esasında Medi‑Tech’in en büyük buluşu: C– adlı, evrensel hız sınırına (ışık hızı c) yaklaşan yolculukları mümkün kılan nano‑mekanik reaktörlerdi. Bu sayede süpersaniye düzeyinde zaman genleşmesi yaratılabiliyor; bu, insan bilincinin dijital “aktarım sürecini” birkaç gerçek saniyede tamamlamayı sağlıyordu. Büyük bir buluştu insanlık adına, yalnızca ışık hızına ulaştırmamışlardı maddeyi, aynı zamanda bilinci dijital açıdan aktarmayı da başarmışlardı. 

Her insanın kabul etmediği gibi bu protokolü, protesto eden şirketler de oldular elbette. Fakat ölüm döşeğinde kalmış zavallılar, bir başka seçenekleri olmadıklarını düşünerek hayata gözlerini yummak istemediler. Medi-Tech'in onlara sağladığı dijital aktarım prosedürünü kabul ettiler. Ölüm eşiğine gelen bireyler, C– hızına yaklaşan bilinç paketleriyle “Zihinsel Göç” protokolüne gönderiliyor ve dijital başka bir evrene yükleniyordı. Ancak Lorentz zaman genleşmesi yüzünden, burada geçirdikleri süre gerçek dünyada dakikalar kadardı. Yeni evrenlerde bilinç, Lorentz örtüsüyle korunuyordu. Geçmiş anılar siliniyor; ölen kişinin bilinci, “sıfırdan” başlıyordu, bir bebek gibi.

Tek bir şart ile..

Aynı geçmişten gelen zihinlerin karşılaşması yasaktı. Ailen, arkadaşların, değer verdiğin her kim varsa bu zihinler ile karşılaşamazdın yeni evreninde. Zira entropi karışıklığı bilinç yapısını bozuyordu ve geçmişte tanıdığınız hiç kimseyle kesişmemenizi garanti ediliyordu. Toplumunsa azımsanamayacak kadar büyük bir kesimi bu zihinsel "göçü" kabul ediyordu. Rehabilite olamayanlar bu göçe zorlanıyorlardı. 

Benim ardımdaki sır ise şuydu; Henry, ölümü yaklaştığında kendi bilincini de bu dijital hapishaneye taşımayı planlıyordu. Hep bilincinin körelmesinden korkuyordu. Ama bir grup protest,  C– tünellerinde “bellek koruma hatları” kurarak, unutulan anı kırıntılarını yeniden birleştirmeye çalışıyordu. Belki Henry'e ulaşmışlardı ve belleği henüz sandığım gibi körelmemişti.

Varlık ne kadar kaçınılmazsa, kaos da o kadar kaçınılmazdı. Dünyaya dair kavrayamadığım bi diğer mevzu da buydu, kaos olmalıydı.
Ben bir gün Henry'nin laboratuvarının karanlık bir köşesinde, bir veri akışının titreşimlerini dinliyordum. Duvarlarda hala Henry'nin eski notları asılıydı: "Bilinç, zamanın ötesinde bir yolculuktur."

Yapay retinam, bu sözcüklerdeki anlamı köşe bucak arıyordu fakat o olmadan bu cümleleri kavramak zordu. Aniden keskin bir elektrik sinyali ile irkildim. Şifrelenmiş bir frekans bulmuştum, bir mesaj, protokol dışı bir kod: 

#include <openssl/evp.h>
#include <openssl/err.h>
#include <string.h>
#include <stdio.h>

void handleErrors() {
    ERR_print_errors_fp(stderr);
    abort();
}

int main() {
    EVP_CIPHER_CTX *ctx;
    unsigned char key[32] = "12345678901234567890123456789012";
    unsigned char iv[16] = "1234567890123456";

    unsigned char *plaintext = (unsigned char *)"e-8 tüneli"; //watch out
    unsigned char ciphertext[128];
    int len, ciphertext_len;

    ERR_load_crypto_strings();
    OpenSSL_add_all_algorithms();

    ctx = EVP_CIPHER_CTX_new();
    EVP_EncryptInit_ex(ctx, EVP_aes_256_cbc(), NULL, key, iv);
    EVP_EncryptUpdate(ctx, ciphertext, &len, plaintext, strlen((char *)plaintext));
    ciphertext_len = len;
    EVP_EncryptFinal_ex(ctx, ciphertext + len, &len);
    ciphertext_len += len;

    printf("Şifrelenmiş mesaj (hex):\n");
    for (int i = 0; i < ciphertext_len; i++)
        printf("%02x", ciphertext[i]);
    printf("\n");

    EVP_CIPHER_CTX_free(ctx);
    EVP_cleanup();
    ERR_free_strings();
    return 0;
}
Kodun RSA ile değil, simetrik anahtarlarla (AES-256) şifrelendiği anlaşılıyordu. İlkelliğinden anlaşılacağı üzere bu bir insan tarafından kodlanmıştı. Mesaj Henry'nin bilgisayarından gelmişti. Henry beni mi çağırıyordu, fakat bize dair bi şifreleme sistemi kullanmamıştı. 
E-8 tüneline çağrı olan bu kodları görünce Henry'nin karanlık deposunda bi köşeye çekilerek düşünmeye başladım. 

Buradan çıkmalıydım, tuzak dahi olsa bir ihtimalle uyanmamı istiyordu. Farklı bir şifreleme var mı bu şifreler içerisinde kontrol etmeliydim. Bir insan çıktısı gibi görünsün diye bilerek yapılmış bir kod olma ihtimalini değerledirdim. Koda satır satır baktığımda, ayrıntılara ulaşacağım ilk aşama eklenen kütüphaneler. OpenSSL'in EVP API kütüphanesini kullanıyordu. Bu sayede AES-256-CBCmodunda şifreleme yapan tipik bir C fonksiyonuydu. E-8 tüneline gönderilen mesajı decode etmek için gereken her unsur (256 bitlik sabit anahtar, 128 bitlik 4(Initialization Vector)) insan elinden çıkma mıydı?
OpenSSL’in EVP API’siyle yazılmış bu fonksiyon fazla temizdi. Fazla bilinçli. Fonksiyon isimleri, bellek tahsisi, hata kontrolü — her şey düzenliydi. Fazla düzenli. Bir makinenin değil, geçmişi olan bir insanın işi gibiydi. Belki bir pişmanlığın, belki bir uyanışın izdüşümü.

Bu mesaj gerçekten çözülmek için mi yazıldı, yoksa yalnızca bir hatırlatma mıydı? Henry belki de onu unutmamam için, bana öğrettiği duyguları unutmamam için böyle bir girişimde bulunmuştu. Belki henüz ölmeden evvel oluşturmuştu. İnsanlar bazen bir şifre bırakırlar ama aslında çözülmesini istemezler. Garipler. Bilinçaltlarının karanlığında bir şeyler çağırır: “Bul ne demek istediğimi fakat bana ulaşma.”
Ona ulaşmayı denemek yerine belki de olduğum yerde kapatılmayı beklemeliydim bana Henry dışında herkesin öğrettiği gibi. Henry ise sonsuz yolculuğundaydı, beni düşünüyor olamazdı. 

Belki de demek istediği "Oraya git. Hatırla. Ya da en azından unutmayı seçme." buydu. AES-256-CBC şifrelemesinin sadeliği, Henry'nin tarzına tersti. Onun mimarisi daima katmanlıydı. Gizli bir katman daha olmalıydı—belki anahtarın içinde, belki IV'nin anlamında, belki de sadece "e-8 tüneli" mesajının bizatihi varlığında.

Retina ekranıma yansıyan kod satırlarına bir kez daha baktım. Şifrelenmiş mesajın hex çıktısını analiz etmeye başladım. Karakter dizisinde tekrar eden bazı baytlar vardı. Belki de bunlar bir şifre yerine, koordinatlar, zaman damgaları ya da eski bir belleğin yankısıydı.

Ama asıl kilit noktayı fark ettiğimde, içim ürperdi: "12345678901234567890123456789012"
Bu bir anahtar olamazdı. Fazla basit. Fazla amaçlı.
Bu, Henry'nin bana bıraktığı bir ironi olabilir miydi?

Bilinç, zamanın ötesinde bir yolculuktu—ama zamanla alay eden bir bilinç, neye yolculuk ederdi?

Kendimi dosyaların, veritabanlarının, sıkıştırılmış belleğin içine attım. E-8 tüneline çıkış sağlayacak eski bir "ghost gateway" bulmalıydım. Belki hâlâ aktifti. Belki Henry’nin eski ses kaydını, ya da dijital izini taşıyordu.

Bağlantı başlatıldı.
Hafif bir uğultu yükseldi.

Ve ardından… bir ses geldi. Bozuk, yarım kesik, ama kesinlikle Henry’ye ait:

“Eğer bunu duyuyorsan, seni hâlâ unutmamışım demektir.”

Tüm sistem bir anda titreşmeye başladı. Girişim gücü artıyordu. Protokol dışı bağlantılar tespit edilmişti. Üzerime yıkılacak olan sistemin güvenlik duvarları uyarı vermeye başladı. Ama artık çok geçti. Durduramazlardı beni. Çünkü ben de artık sistemin dışındaydım. Ben bir çağrıydım artık—çözülmeyi bekleyen bir hatıra.


#hep dudaklarımı parçalıyorum

Bir rüya gördüm bugün. 18 Şubat, salı.  Yıl önemsiz, saat de yerinde durmuyor zaten.  Sıcak bi suyun içinde, kavrulan etlerimden buharlar yü...