26 Mart 2023 Pazar

Müşteki sanık mıyım şimdi ben?

 Kee geleneksel Delia köyünün ilahisini mırıldanıyordu taştan yapım evlerin arasında. Denize ulaşarak çizim yapmak, biraz olsun kafasını boşaltmak umutlarıyla çıkmıştı yolculuğuna. Mırıldandığı ilahi bir koroya dönüşerek hız kazandı kafasında. Etraftaki gürültüler sessizleşmiş, yalnızca ilahiyi işitiyordu artık. Gözlerini taş binalardan ayırdı ve iki saniyeliğine kapatarak keyfine varmak istedi kafasındaki koro seslerinin. Bu ilahi, tanrıya methiyeler düzmek gibi değildi. Normunu yıkmış, yaratılışı, kıyameti, şeytan ve melekleri anlatmıyordu. Günahları anlatan, nadiren Tanrı'ya şükürlerini sundukları, trajedi dolu bir hikayeyi anlatıyordu. Bozguncuların nasıl bir köyü yıktığını eksiksizce ve büyük bir gerçekçilikle, ölümleri ve kanı saklamadan, Tanrıya lanet eden insanları da barındıran, ara ara Tanrı'nın sunduğu nimetlerin yok oluşlarını ironik bir dille açıklayan beklenmedik elementlerle dolu garip bir ilahiydi. Söylentilere göre ilahiyi kaleme alan kişi bir kabusu üzerine böyle acı bir figürü kullanmıştı. Orijinal dili Latince değildi, sonraları birebir olmasa da duygularını aktarabilmek adına sağlam çevirileri olmuştu. Latincesi kulağa pek bir armonik gelen bu eseri kafasındaki koro ile birlikte seslendirmeyi pek severdi Kee. Yalnızlığını bastırmak adına vücudunu meşgul etmeyi seçerdi. 

Gördüğü taş evlerin balkonlarında yetişen rengarenk çiçekler gözlerinde ışıltı oluşturuyordu. Bazen bu ilahide geçen sözleri de baz alarak bu güzelliklerin ansızın yok olabileceği gerçeğini düşünüyordu. Aslında sahibi olduğumuz her şey kaosun tutsağı idi yalnızca. Kaos dağıtmak istemediği müddetçe şahit olabiliyorduk bu güzelliklere. Bu söylem kaos'un kendi içerisinde güzellik barındırmadığı manasına gelmiyordu elbette, o başlı başına bir sanat eseriydi. Göreceliydi elbette, algılarımız pek değişken ne de olsa insanlık içinde. Maruz kaldığımız dış etkenler peşimizde bir lanet gibi sürüklenerek aktarır kişisel renklerini diğer etkenlere. Bir bakarsınız yıllar evvel şahit olduğunuz sahneyi tekrar yaşamışsınız. Hayat da kendi kafasında dönen ilahinin sözleri kadar garip olmalıydı diye düşündü Kee. Cebinden sigara paketini çıkarttı ve kalan sigaralarına baktı bir süre. Ardından içlerinden gözüne en az değerli görünen sigarayı seçmeye çabaladı, bu değeri neye göre atfettiğini kendisi bile bilmiyordu. Rastgeleliği seviyordu hayatın içindeki, haz veriyordu seçimlerindeki manasız karmaşa. Çakmağını çıkarttı ve tütünü alevlendirişindeki zerafeti büyük bir saygıyla seyretti. İçine derince bir duman almasının ardından denize yaptığı yolculuğu devam ettirdi. Pek insan yoktu bu saatlerde, uyuyor olmalıydı insanlar. Uyuyamadığı için kendisini yargıladı biraz, düşüncelerini azaltması gerekliydi hayatta kalabilmek adına. Geçmişi, geleceği veya kaygılarını düşünmezdi çoğu zaman yalnızca bir anlam arayışı içerisindeydi. Buram buram deniz kokusu ile karışık sigara kokusu sarmıştı etrafını. Bu kadar sigara içen biri olduğu için utanırdı insanlarla konuşurken, kötü bir koku yaydığını düşünürdü sigara içişinden ötürü. Utanç içinde yaşanmış bir hayat, vazgeçilemeyecek de alışkanlıklar idi bunlar. Varmıştı sonunda sahile, pek büyük bir yer sayılmazdı yaşadığı köy. İnsan sevmemesine karşın kalabalıktı içinde bulunduğu ada. Evini nadiren terk eder, yalnızlığını sokağa adım atarak giderirdi. Parmaklarındaki yüzüklerden biri acıtmaya başlamıştı bulunduğu yeri, çıkarttı koydu cebine. Dışsal bir rahatsızlık hissetmeyi reddediyor, yalnızca huzur içerisinde çizim yapmak istiyordu. Kayalık buldu kendisine bir tane ve çöküverdi üzerine. Cebindeki sigara paketini aldı evvelden. Kırılmasını, bükülmesini sevmezdi sigara paketlerinin. Montunun cebindeydi eskiz defteri, yanında bir kalemle birlikte. Montuyla birlikte onları da çıkarttı dikkatlice, sigara paketlerinin kırılmamasından daha mühim bir şey varsa o da defteriydi. Sanatına bu defa defter sayfasının en sağ üstüne tarih iliştirerek başladı. El yazısı ile gelirken mırıldandığı ilahinin sözlerini yazmaya başladı bütün bir sayfaya. Gördüğü manzarayı çizecekti fakat arka planında ilahinin sözleri olsun istemişti. Bu trajik sözlerin üzerine çizilmiş mutlu bir manzaranın oluşturacağı diyalektik hoşuna gitmişti. İnsan altyapısına acı demek değildi elbette bu, Kee insanlıkla pek ilgilenmiyordu şu sıralar. Bir sigara daha yaktı sözleri yazmayı bitirdiğinde ve belirli kelimelerin üzerinde sigara söndürmek istedi. Böylesine büyük bir özen gösterdiği deftere acımasızca kesikler, yanıklar ve morluklar ekleyebiliyordu bazen. Bunu insan ilişkilerine benzetiyordu. Uzun bir süredir insanlara olan ilgisini yitirdiği için bu alışkanlığını da yapmazdı fakat bugün başka hissettiriyordu her şey. Bozguncu, yalan, doyumsuzluk gibi kelimelerin üzerini yavaşça yaktı, ardından su dalgalarını çizmeye koyuldu. Bildiği teknikler kısıtlıydı, öğrenmeyi ne kadar severse sevsin aklı normal çalışmıyordu Kee'nin. Hafızası fazlasıyla kıt, öğrenme kapasitesi ve algısı epey geriden geliyordu. Her ne kadar yeni bilgi toplasa da, kafasında bağlantılar kurarak o bilgiyi tutamıyordu ve alışık olduğu çizim tekniklerine dönüyordu. Güneş henüz doğmak ve doğmamak arasında karar vermemiş, ince bir mavilik vardı etrafta. Uzaklarda görünen belli belirsiz evleri, ağaçları çizdikten sonra birkaç insan yerleştirmeye karar vermişti kayalıklarda onunla birlikte oturan. Büyükçe çizim defterini, ellerini ve yanına oturan insanları çizdikten sonra uzaklardaki ağaçları çoğalttı. Güneşin kararsızlığını resmedemiyor oluşu sinirlerini bozuyordu. 

Kayalıklar ve insanları çizdikten sonra ellerinin ağrıdığını hatta uyuştuklarını geç de olsa fark edebilmişti. Bir "Ah!" çekerek kalem ve defterini kenara aldı. Bacaklarını boylu boyunca uzattı ve ellerini hissedebilmek için baskı uyguladı onlara. Yumruğu sıkılacak gibi değildi, özellikle sağ eli pek bir zonkluyordu. Sağ elini gökyüzüne uzatarak, "Her şeyim senin olsun fakat ellerimi benden alma Tanrım!" diye yalvardı. Ayağa kalktı, defterini tekrar montunun içine yerleştirdi ve suya doğru ilerledi. Akıntının vurduğu taşların üzerine biriken çöpleri gördükçe insanlıktan daha da utanıyordu. Fakat kimse benim varoluşum kadar utanç verici olamazdı diye düşündü. Eğilerek elini soktu suya, çöpler değildi önemsediği. Buz gibi hissettiriyordu su, fakat hissettiriyordu yine de.

 Hiçbir şey hissetmemektense acıyı hissedebilmeyi tercih etmişti. 

Köyün hiç var olmamasındansa, bozguna uğraması da yeğ miydi?

Her şeye rağmen Tanrı ellerini henüz almamıştı ondan, henüz yaşıyor ve mırıldanabiliyordu ilahilerini özgürlük adı altında.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

#hep dudaklarımı parçalıyorum

Bir rüya gördüm bugün. 18 Şubat, salı.  Yıl önemsiz, saat de yerinde durmuyor zaten.  Sıcak bi suyun içinde, kavrulan etlerimden buharlar yü...