26 Mart 2023 Pazar

Müşteki sanık mıyım şimdi ben?

 Kee geleneksel Delia köyünün ilahisini mırıldanıyordu taştan yapım evlerin arasında. Denize ulaşarak çizim yapmak, biraz olsun kafasını boşaltmak umutlarıyla çıkmıştı yolculuğuna. Mırıldandığı ilahi bir koroya dönüşerek hız kazandı kafasında. Etraftaki gürültüler sessizleşmiş, yalnızca ilahiyi işitiyordu artık. Gözlerini taş binalardan ayırdı ve iki saniyeliğine kapatarak keyfine varmak istedi kafasındaki koro seslerinin. Bu ilahi, tanrıya methiyeler düzmek gibi değildi. Normunu yıkmış, yaratılışı, kıyameti, şeytan ve melekleri anlatmıyordu. Günahları anlatan, nadiren Tanrı'ya şükürlerini sundukları, trajedi dolu bir hikayeyi anlatıyordu. Bozguncuların nasıl bir köyü yıktığını eksiksizce ve büyük bir gerçekçilikle, ölümleri ve kanı saklamadan, Tanrıya lanet eden insanları da barındıran, ara ara Tanrı'nın sunduğu nimetlerin yok oluşlarını ironik bir dille açıklayan beklenmedik elementlerle dolu garip bir ilahiydi. Söylentilere göre ilahiyi kaleme alan kişi bir kabusu üzerine böyle acı bir figürü kullanmıştı. Orijinal dili Latince değildi, sonraları birebir olmasa da duygularını aktarabilmek adına sağlam çevirileri olmuştu. Latincesi kulağa pek bir armonik gelen bu eseri kafasındaki koro ile birlikte seslendirmeyi pek severdi Kee. Yalnızlığını bastırmak adına vücudunu meşgul etmeyi seçerdi. 

Gördüğü taş evlerin balkonlarında yetişen rengarenk çiçekler gözlerinde ışıltı oluşturuyordu. Bazen bu ilahide geçen sözleri de baz alarak bu güzelliklerin ansızın yok olabileceği gerçeğini düşünüyordu. Aslında sahibi olduğumuz her şey kaosun tutsağı idi yalnızca. Kaos dağıtmak istemediği müddetçe şahit olabiliyorduk bu güzelliklere. Bu söylem kaos'un kendi içerisinde güzellik barındırmadığı manasına gelmiyordu elbette, o başlı başına bir sanat eseriydi. Göreceliydi elbette, algılarımız pek değişken ne de olsa insanlık içinde. Maruz kaldığımız dış etkenler peşimizde bir lanet gibi sürüklenerek aktarır kişisel renklerini diğer etkenlere. Bir bakarsınız yıllar evvel şahit olduğunuz sahneyi tekrar yaşamışsınız. Hayat da kendi kafasında dönen ilahinin sözleri kadar garip olmalıydı diye düşündü Kee. Cebinden sigara paketini çıkarttı ve kalan sigaralarına baktı bir süre. Ardından içlerinden gözüne en az değerli görünen sigarayı seçmeye çabaladı, bu değeri neye göre atfettiğini kendisi bile bilmiyordu. Rastgeleliği seviyordu hayatın içindeki, haz veriyordu seçimlerindeki manasız karmaşa. Çakmağını çıkarttı ve tütünü alevlendirişindeki zerafeti büyük bir saygıyla seyretti. İçine derince bir duman almasının ardından denize yaptığı yolculuğu devam ettirdi. Pek insan yoktu bu saatlerde, uyuyor olmalıydı insanlar. Uyuyamadığı için kendisini yargıladı biraz, düşüncelerini azaltması gerekliydi hayatta kalabilmek adına. Geçmişi, geleceği veya kaygılarını düşünmezdi çoğu zaman yalnızca bir anlam arayışı içerisindeydi. Buram buram deniz kokusu ile karışık sigara kokusu sarmıştı etrafını. Bu kadar sigara içen biri olduğu için utanırdı insanlarla konuşurken, kötü bir koku yaydığını düşünürdü sigara içişinden ötürü. Utanç içinde yaşanmış bir hayat, vazgeçilemeyecek de alışkanlıklar idi bunlar. Varmıştı sonunda sahile, pek büyük bir yer sayılmazdı yaşadığı köy. İnsan sevmemesine karşın kalabalıktı içinde bulunduğu ada. Evini nadiren terk eder, yalnızlığını sokağa adım atarak giderirdi. Parmaklarındaki yüzüklerden biri acıtmaya başlamıştı bulunduğu yeri, çıkarttı koydu cebine. Dışsal bir rahatsızlık hissetmeyi reddediyor, yalnızca huzur içerisinde çizim yapmak istiyordu. Kayalık buldu kendisine bir tane ve çöküverdi üzerine. Cebindeki sigara paketini aldı evvelden. Kırılmasını, bükülmesini sevmezdi sigara paketlerinin. Montunun cebindeydi eskiz defteri, yanında bir kalemle birlikte. Montuyla birlikte onları da çıkarttı dikkatlice, sigara paketlerinin kırılmamasından daha mühim bir şey varsa o da defteriydi. Sanatına bu defa defter sayfasının en sağ üstüne tarih iliştirerek başladı. El yazısı ile gelirken mırıldandığı ilahinin sözlerini yazmaya başladı bütün bir sayfaya. Gördüğü manzarayı çizecekti fakat arka planında ilahinin sözleri olsun istemişti. Bu trajik sözlerin üzerine çizilmiş mutlu bir manzaranın oluşturacağı diyalektik hoşuna gitmişti. İnsan altyapısına acı demek değildi elbette bu, Kee insanlıkla pek ilgilenmiyordu şu sıralar. Bir sigara daha yaktı sözleri yazmayı bitirdiğinde ve belirli kelimelerin üzerinde sigara söndürmek istedi. Böylesine büyük bir özen gösterdiği deftere acımasızca kesikler, yanıklar ve morluklar ekleyebiliyordu bazen. Bunu insan ilişkilerine benzetiyordu. Uzun bir süredir insanlara olan ilgisini yitirdiği için bu alışkanlığını da yapmazdı fakat bugün başka hissettiriyordu her şey. Bozguncu, yalan, doyumsuzluk gibi kelimelerin üzerini yavaşça yaktı, ardından su dalgalarını çizmeye koyuldu. Bildiği teknikler kısıtlıydı, öğrenmeyi ne kadar severse sevsin aklı normal çalışmıyordu Kee'nin. Hafızası fazlasıyla kıt, öğrenme kapasitesi ve algısı epey geriden geliyordu. Her ne kadar yeni bilgi toplasa da, kafasında bağlantılar kurarak o bilgiyi tutamıyordu ve alışık olduğu çizim tekniklerine dönüyordu. Güneş henüz doğmak ve doğmamak arasında karar vermemiş, ince bir mavilik vardı etrafta. Uzaklarda görünen belli belirsiz evleri, ağaçları çizdikten sonra birkaç insan yerleştirmeye karar vermişti kayalıklarda onunla birlikte oturan. Büyükçe çizim defterini, ellerini ve yanına oturan insanları çizdikten sonra uzaklardaki ağaçları çoğalttı. Güneşin kararsızlığını resmedemiyor oluşu sinirlerini bozuyordu. 

Kayalıklar ve insanları çizdikten sonra ellerinin ağrıdığını hatta uyuştuklarını geç de olsa fark edebilmişti. Bir "Ah!" çekerek kalem ve defterini kenara aldı. Bacaklarını boylu boyunca uzattı ve ellerini hissedebilmek için baskı uyguladı onlara. Yumruğu sıkılacak gibi değildi, özellikle sağ eli pek bir zonkluyordu. Sağ elini gökyüzüne uzatarak, "Her şeyim senin olsun fakat ellerimi benden alma Tanrım!" diye yalvardı. Ayağa kalktı, defterini tekrar montunun içine yerleştirdi ve suya doğru ilerledi. Akıntının vurduğu taşların üzerine biriken çöpleri gördükçe insanlıktan daha da utanıyordu. Fakat kimse benim varoluşum kadar utanç verici olamazdı diye düşündü. Eğilerek elini soktu suya, çöpler değildi önemsediği. Buz gibi hissettiriyordu su, fakat hissettiriyordu yine de.

 Hiçbir şey hissetmemektense acıyı hissedebilmeyi tercih etmişti. 

Köyün hiç var olmamasındansa, bozguna uğraması da yeğ miydi?

Her şeye rağmen Tanrı ellerini henüz almamıştı ondan, henüz yaşıyor ve mırıldanabiliyordu ilahilerini özgürlük adı altında.   

24 Mart 2023 Cuma

Müttefik birlikleri yaklaşmış olmalı Rusya sınırına, hayır beni yakalayacağınız vakit bu değil biraz daha izin verin kaçmama

 Normal şartlar altında suratlarına bile bakmayacağınız, insan yerine koymayacağınız kişilerin sanatları popülerleştiği, revaçta olduğu veyahut anlaşıldığı vakitlerde o insanlara gösterdiğiniz samimiyetsiz sempatinizi anlamış değilim. Bir gruba dahil olma isteklerinize anlayış gösteriyor olsam da bu iki yüzlülüğü kavrayabilmek benim adıma güç. 

"Sakinleş, sakinliği kemiklerine kadar hisset. Benimle birlikte nefes al, yavaş ve derinden. Bak Lucid, duyduğunu sandığın sesler, gerçek değiller. Kimse senin ölmeni arzu etmiyor." diyerek karşısındaki kişiyi sakinleştirmeye çabalıyordu Aden. 

"Bu bir çeşit mesaj olabilir mi bilmiyorum, şu ana kadar hiç teşebbüs etmedim buna. Bu iyi bir şey değil mi?" dedi Lucid.

"Aferin sana, biliyorum ben yanındaydım. Görebiliyorum ne kadar mücadele verdiğini, boşa değil bu uğraşların. Hadi devam edelim nefes almaya olur mu, yalvarırım benimle kal. Nefes al derince bir nefes, takip et midemin büyüyüşünü, bak şu haline karnımın. Görüyorsun değil mi nasıl da biriktiriyorum içimde nefesi, yavaşça içimdeki kötü hislerle birlikte dışarı fırlatıyorum nefesi. Karnını acıtan hisleri üflüyorum bak doğaya. Benimle kal hey, hey, orada kimse yok benimle kal." Omuzlarından tutarak sarstı Lucid'i ve suratına odaklanmasını sağladı. 

"Hey, hey, buradayım. Bizden başka kimse yok burada, beynin yalnız kalmış olmalı seni oyuna davet ediyor yalnızca. Şimdilik onu dinlemeyelim olur mu konuş benimle, müzik evet müzik dinleyelim." dedi Aden.

"Siktiğimin..." Aniden biri ona saldırıyormuşçasına bağırdı Lucid. Artık onu tutması zorlaşıyordu ve ansızın telefonuna sarıldı. 

"Biri arıyor, tanımadığım bir numara. Sürekli çalan bir telefon sesi var duymuyor musun?" dedi Lucid.

"Lucid yalvarırım o telefonla müzik dinleyelim sadece, ne dersin? Derin nefes alalım, izin ver kollarımı serbest bırakıp masaj yapayım kulağının arkasına." diye yalvardı Aden.

"Sen duymuyorsun, senin var olduğuna bile emin değilim." diyerek kaşlarını çattı Lucid.

Adense ellerini tutarak, "Ellerinde dolaşan tırnaklarımı hissediyor musun? Kolunu sıkan parmaklarımı, sana bakan gözlerimi. Öpücüklerimi hissediyor musun yanağında? Buradayım, ben varım sen de aynı şekilde." dedi çaresizce.

Lucid elini hızla çekti ve telefonu yeniden eline aldı, telefonu açmış gibi yaptı ve biriyle konuştu. "Alo!" Şaşkınca bakıyordu ve biranda gözleri büyümüştü. Korktuğu her halinden belliydi bu sebeple telefonu elinden almaya çalıştı Aden. Farklı sesler çıkartıyordu telefon yerine kendisine odaklanması için. Gözlerinde boş bir ifadeyle, "Ölmemi istedi telefondaki ses." diyebildi Lucid. Aden büyük bir kararlılıkla, "Lucid bana bak, gözlerini bana çevir. Kimse senin ölmeni istemiyor, ufak bir oyun oynuyor beynin. Kafatasının içinde beynin var biliyorsun değil mi, biliyorsun, ne kadar zeki olduğunu biliyorum ben senin. Kafatasının içinde gülen kimse yok, sesler anlam ifade etmiyorlar. Şizofreni atağı geçiriyorsun değil mi, sakince bak şu ağaçlara nasıl hareket ediyorlar. Bu büyük uyum içerisinde sana sen hastasın diyemem, beynin yalnızca benimki gibi çalışmıyor. İçeride bir şeyler ters, alışılmadık gidiyor sadece." diyerek işaret parmağıyla kafasına ufak dokunuşlar yaptı Aden. 

"Bak Lucid, şu uyuma ne kadar yakıştığını göremiyorsun. Kendini benim gözlerimden seyredemiyorsun, en güzel icra edilmiş sanat bu ağaçların arasındaki sensin. Gördüğüm güzelliği sana tarif edemem, kimse bu güzelliğin bu dünyadan göçüp gitmesini arzu etmez. Düşmanları kovarım ben, güçlüyüm." dedi inatçı bir tavırla Aden. Vazgeçmeyecekti yarı yolda bırakılmaya meyleden bu adamı. 

Lucid'in göz bebekleri normale döndü ve boynundaki kolyeyi işaret ederek, "Eğer tehlikeli bir hâl alırsam bu numarayı ara, doktorumun ismi ve numarası var. Tam manasıyla hastalığımın ismi ve kendi ismim de yazıyor içinde."

Aden kolyeye göz ucuyla baksa da pek incelemeden, "Tehlikeli bir hâl almayacaksın, benimle birlikte bir ormanda oturuyorsun yalnızca. Müzik dinleyelim hadi." diyerek telefonundan bir müzik platformuna giriş yaptı. Telefonu Lucid'in eline tutuşturarak, "Ne dinlemek istersen yaz, sesleri sanatla bastıralım." dedi. 

Lucid ise bildiği en trash metal şarkı albümünü açtı, "Seni çizebilir miyim? Modelim olur musun?" dedi sakin bir tonla. 

Aden kabul eder gibi kafasını aşağı yukarı sallayarak gülümsedi. Bu gülümseme Lucid'in de tebessüm etmesine sebep olmuştu. Aden çantasından kendi eskiz defterini çıkartarak uzattı. "Benim defterime çizebilir misin rica etsem?" dedi büyük bir mutlulukla. 

Lucid kabul ettikten sonra eline defteri aldı ve tükenmez bir kalem çıkarttı cebinden. Sosyal yaşamdan öyle soyutlamıştı ki kendisini, insanlarla konuşmakta zorlanıyordu. Fakat bu kıza anlatabilmişti kafasında neler döndüğünü. Bu kız sedir ağacı yapraklarının hareketlerini görebiliyordu, kör değildi diğerleri gibi. Kapalı değildi kafasının ona yarattığı sanata ve sanatçıya. Aksine tutkuluydu öğrenmek adına. Lucid içinde büyük bir tutkuyla Aden'e doğru eğilerek "Benim için saçlarını açabilir misin?" dedi nazikçe. Aden saç tokasına uzandı. Usulca çekti tokayı ve savurdu kısacık saçlarını. Simsiyah saçları vardı, karanlığı seyretmek gibiydi saçlarına bakmak. Aden de Lucid için aynı hisleri taşıyordu, simsiyah saçları karanlığı andırıyordu. Her gözlerini kapattıklarında bu ikili, karanlığı değil de birbirlerini göreceklerdi artık. 

Aden üzerindeki hırkayı kollarından çekiştirerek çıkarttı. Vücudundaki dövmeler Lucid'in epey ilgisini çekmişti. Yaklaştı omuzlarına Medusa dövmesini süzdü. Aden bir galeride kendi vücudu sergileniyormuş gibi gururlu bir ifadeyle tek tek gösterdi dövmelerini. "Bana kalırsa vücutlarımız ruhlarımızın tuvali, çok mühim olmayan insanlara içimizi onlarla konuşmadan aktarabileceğimiz tertemiz bir tuval. Bu tuvali kırıp dökebilir, yaralayabilir, üzerinde istediğimiz renkleri kullanabiliriz." dedi Aden. 

Omzunda en bariz görünen dövme Medusa'ydı. Medusa dövmesinin zamanında yaşanmış cinsel bir saldırıyı sembolize ettiğini bilirdi Lucid. Diğer omzuna baktığında kır çiçeklerine rastladı. Gördükleri karşısında iyice şaşkına dönüyordu Lucid, Aden'in göğsünün tam ortasında bir yarık vardı. Yarığın bitiminde chaos yazıyordu kalın bir fontla. Kollarını daha dikkatli incelediğinde jilet izlerini fark etti. İyileşmiş ve üzerini dövme ile kapatmıştı her bir yaranın özenle. Dediği gibi bir tuval misali kullanmış olmalıydı vücudunu, her bir zerrede ayrı bir özen vardı. Kolunu omuzlarından parmak ucuna kadar takip eden düz bir çizgi dövmesi vardı. Kendisi için mi kullanmıştı bu tuvali, yoksa insanlara kendisini anlatabilmek için mi emin olamadı. Keşfetmek istediği kendisi miydi, yoksa insanların onu nasıl görmeyi istediği miydi anlayamamıştı. Parmaklarına doğru uzanan yılan figürlerine baktı, Atlas kelebeği mi vardı kolunda? "Atlas mı bu?" dedi kelebeği işaret ederek. Evet manasında başını salladı Aden. Daha fazla göstermek istiyor gibi tutkulu bir şekilde diğer kolunu uzattı. Limon dilimleri, cennetten düşen melek portresi, kahve fincanları, Latince yazılmış yazılar, ağzına şarap dökülen gözleri bağlı bir kadın figürü. "Çoğu mitolojik figürler, kalanları da tutkularımı sembolize ediyor. Fazlaca insan cinsellik çağrıştırdığını söylese de bu fikre katılmıyorum. Şarap ne zamandan beri cinselliği çağrıştırır oldu ki? Hem gözleri kapalı figürlerin babası adalet terazisini taşıyan kadın değil midir? Bilemiyorum fakat vücuduma çizdiğim portreden memnunum." dedikten sonra karnını ve bacaklarını da açarak diğer eserleri gösterdi. Karnında parça parça yanık izlerine rastladı, sigara söndürülmüş gibiydi etlerinde. Sırtına doğru dövmelerden pek sezilmese de Lucid öyle dikkatli incelemişti ki bu kızı, ufak tefek morluklara rast gelmişti bu inceleme sekanslarında. Göğüslerine doğru yükselen bir ağaç vardı belinde. "Delphi bu, defne ağacına dönüşen bir karakter Yunan mitolojisinde. İskandinav mitolojisini tercih ediyor olsam da Defne'nin hikayesine büyük bir saygı duyarım. Apollo, yakışıklı erkekleri tarif etmek için kullanılan bir tabir." 

Lucid söze atılarak, "Apollo bilinen en Yunan tanrıydı sanırım. Yunan olmayı mı övüyorlar bilmiyorum fakat Yunan olmak sanatla iç içe olmak, kehanetleri yazmak, ışığa hakimiyet, yakışıklı ve estetik bir vücut, şiirler gibi elementlere sahip olduğu için en Yunan o demişler diye duymuştum. Kıskanılası bir karakter." dedi gülümseyerek. 

Aden iç çekerek, "Kesinlikle değil, ayrılığı kaldıramayan bir gerzek o. Delphi onu reddetti diye defne ağacına dönüştürüp kafasına taktı yapraklarını. Bilirsin heykellerinden, ah ne müthiş heykeller onlar. Bak daha bitmedi bacağımda da tahmin et kim var?" 

Lucid dikkatlice bacaklarını inceledi. Parmak uçlarına kadar inen düz çizgi sağ bacağında da vardı. Müthiş çizilmiş, salyaları akan bir kurt figürü ile bir harmoni oluşturmuştu bu çizgi. Sol bacağını incelediğinde gözlerine inanamadı. Dokunma ihtiyacı hissetti içinde, ellerini uzatarak çizilmiş portreyi okşadı. Gerçekten elinde katana tutan bir melek miydi bu? Kendisini mi resmetmek istemişti vücuduna? "Sen misin bu?" dedi şaşkınca.

Aden büyük bir gururla, "Ben yaptım bu dövmeyi, oto portremi yapmak istedim fakat hayal gücümle birleştirmeye niyetlendim. Yeterince dikkatli bakarsan Van Gogh'un göğsüne sıktığı silah sahnesi ile aynı tarla çizimleri var, elbette ayçiçekleriyle dolu. Katana, Taijin kyofusho yüzünden orada. Taijin Kyofusho Asya kültüründe sahip olduğun özelliklerden dolayı kendinden utanmak anlamına gelen bir sendrom gibi denilebilir. Katana ise Harakiri için orada. Öyle büyük bir utanç içinde olmak hâli ki bu, atalarına yapılmış bir saygısızlık gibi. Bu sebeple Harakiri yaparak ölmeyi hak ettiğini düşünüyor. " dedi. Öyle sakin bir tonla anlatmıştı ki ölmeyi ne kadar arzu ettiğini, kendisinden ne kadar nefret ettiğini, gözleri dolmuştu Aden'in. Ellerini suratına yapıştırarak sildi gözlerindeki yaşları ve "Öyle saçma sapan bir şey işte." dedi. 

"Aden." diyebildi yalnızca Lucid yutkunarak. Kelimeleri bu noktada anlamsız kalıyordu bu sebeple ellerini uzatmak istedi ona. Tutması için yalvarır gözlerle baktı. Aden ellerini tuttuğu anda Lucid yeniden arkasında onu öldürmek için gelen biri gördüğünü sanarak ellerini başına aldı korkusundan ve "Hayır!" diye bağırdı. İrkildiğini gören Aden Lucid'ten fazlaca korkmuş olacak ki ellerini sıkarak gözlerini kapattı. Lucid Aden'i o halde gördüğünde, "Özür dilerim, gerçekten özür dilerim. Ben, benim hayatım tehlikede. Peşimde olduklarına eminim ve seni bu yolda koruyamam." dedi üzgün bir ifadeyle.

Aden sakinleşmenin ardından ayağa kalktı ve, "Benim senin korumana ihtiyacım yok ki, bak kollarıma." diyerek kollarını sıkıp kaslarının sıkılığını göstermek istedi ona. "Hem ben cesurum, dövebilirim bana zarar vermek isteyenleri. Adalet ne için var sanıyorsun, çekerler günahlarını, gerçii buna pek emin değilim fakat bana zarar veremezler endişelenme." diyerek yeniden oturdu ağaçların arasına. Bağdaş kurarak, "Bak Lucid, kimse peşimde değil benim. Yalnızca oturup sohbet ediyoruz, birbirimizi tanıyoruz. Bunda yanlış bir şey yok, bacaklarını bastırsana iyice toprağa. Şu güzelliklere bir bak, hiçbir şeye değişmem bu anları."

"Evet fakat anlık bir mutluluk ve huzur bu." dedi Lucid. 

"Anları yaratan bizler değil miyiz, kaosun ortasında kalmışız zaten. Kontrol edebileceğimiz şeyler var bu hayatta. Bu anları yaratmaya kim, niçin çekinsin?" dedi Aden. 

"Ben hariç." dedi Lucid. Gerçekten de istemiyor gibiydi huzurlu anları, alışmış olmalıydı. Aden kolaya kaçmıştı Lucid'i anlamak adına. Alışık olduğu acıyı ondan koparamazdı, kendisinden bile kopartamamıştı henüz. "Sen de mi döngüde hissediyorsun kendini?" dedi iç çekerek. "Hiç çıkamadığın bir acı döngüsü, yaratılıştan kıyamete olan bir döngü, insanlarla kurduğun bağda oluşturduğun acımasız döngü. Öyle alıştın ki acıya, seni hayatta hissettiren elementler yalnızca acılar olmalı. Ölmeyi arzu eden birisi için epey bir bağımlısın gerçekliğe. Hadi beni çiz!" dedi Aden fazla uzatmak istemeyerek. 

"Volentieri Signora!" 

"Grazie Signore per la sua gentilezza." 

"Beni şaşırtıyorsun, yarım diyafram nefesi alabilen bir kız için fazla iddialısın." dedi gülümseyerek. 

"Ah, nezaketine teşekkür ettiğim anda hemen bir saygısızlık görüyorum. Başladı sanırım benim döngüm yeniden. Bayım benim nefesim güçlüdür, üfürükçüler halt yemiş yanımda, neyzenler flütlüktür bana kıyasla." dedi Aden. 

"Nergis çiçeğini mi dövme yaptırsan? Yakışır sanki kişiliğine." dedi Lucid ironi yaparak. 

Aden sinirli gözlerle ona baktığında, "Tamam tamam çizime başlıyorum ben dayak yemeden evvel sana narsistik kişilik bozukluğun var demek istemedim, şakaydı. Meczuplar muaftır dayaktan, sillenizi başkasına saklayın hanımefendi." dedi gülerek. 

Ağaç yapraklarından çıkan kırmızı hışırtılar, gökyüzündeki beyaz ışıklar, mor çimenlerin birbirine sürtünerek soğuk havadan ısınmaları tek tek aktarılmıştı eskiz defterine siyah bir tükenmez kalem ile. Aden ve Lucid bambaşka renklerde seziyorlardı dünyaları belki, fakat sevgi dilleri ortaktı ikisinin de. Lucid ilk defa göğü andıran bir kızla tanışmıştı. Lucid çizimi bitirdiğinde kapkara saçlar, arkasında belli belirsiz dağlar, ağaçlar ve elbette bir türlü gözlerini ayırmadığı kirpiklerini büyük bir özenle çizdi kağıda. Dövmelerini belli belirsiz çizgilerle aktarmıştı, bacağındaki oto portresi olan melek dışında. Son çizgiyi attığında kağıdın sağ üst köşesine tarihi ve saati yazdı Lucid, ardından sağ alt köşesine de imzasını iliştirdi. Aden büyük bir heyecan ile aldı eskiz defterini eline. Bu çizim, gerçekten çok güzel ve özeldi. Gerçekten bu kadar güzel mi görünüyorum diye düşündü. Dalga geçer bir tavırla, "Bu kadar estetik görünen biri değilim, gözlerin mi bozuk?" diyerek kafasını çevirdiğinde Lucid'i görememişti. Sağına, soluna her yere bakmıştı. Ayağa fırladı ve ormanın içine doğru, "Lucid!" diye haykırdı. Hiçbir yanıt gelmedi, gerçek değil miydi hiçbir şey? Biranda yok olamazdı hiçkimse, çizimi kim yapmıştı o halde kalemi bile yoktu ki çantasında.Yaşadıkları yalnızca beyninin bir oyunu muydu? Hayır o yardıma ihtiyaç duyan biriydi yalnızca, ormanda rast gelmişlerdi, o hayal ürünü olamayacak kadar gerçekti. Oturdukları yere döndüğünde yerdeki kolyeyi fark etti. Vücudunu titreten korkuya rağmen kolyenin yanına çöktü ve elini uzattı kolyeye. Üzerinde kendi isminin yazdığını söylemişti Lucid. Kolyeyi eline aldığında gerçeklik bozulmuş, ağaçlar yapraklarındaki morlukları yitirmişti. Kolyenin üzerinde "Hasta adı: Aden Brown, Doktor adı: Lucid Beck." yazıyor bir de numara vardı köşesinde. 

Lucid ne demişti, "Tehlikeli bir hal alırsam bu numarayı ara." Gözlerini sımsıkı kapattı, açtığında her şeyin bir şaka olduğunu duymak istiyordu sadece.

Gözlerini kapattığında artık karanlık yoktu, Lucid'in simsiyah saçları vardı. 

Telefon numarasını yazdı ve aramaya karar verdi doktorunu. Telefon çok kısa çalmıştı, açıldığında bir "Alo!" sesi duyuldu. Lucid'in sesiydi bu. Cevap alamayınca telefonun ucundaki doktor endişelenmiş olacak ki, "Alo, Aden iyi misin?" bir süre daha cevap gelmeyince, "Aden cevap ver bana atak mı geçiriyorsun yine? Neredesin, ilaçların yanında mı?" Aden telefonu kapatmıştı korkuyla. Çantasını yokladı ve içinde doktorun da dediği gibi ilaçlar görmüştü. Telefon yeniden çalmaya başladı, Aden ise ilaçların isimlerini okumakla meşguldü. Her birinden bir tane çıkarttı ve attı ağzına. Kabullenmiş gibiydi durumunu, telefonu açtı. "Ben, ben iyiyim doktor bey. Ormanda, bilmediğim bir yerdeyim fakat kliniğe uzak olduğunu sanmıyorum. Beni bulur musunuz, yeniden atak geçirdim fakat ilaçlarımı içtim. Sizi bekliyor olacağım, klinik girişinden çıkmış ve dümdüz gitmiştim diye hatırlıyorum. Gelmenizi bekliyorum." dedi çaresizce. Yeniden gözlerini kapattı, Lucid'i görmeyi istiyordu yalnızca. Kolyeyi boynuna taktı ve eskiz defterini eline aldı. Lucid'in çizimi duruyordu, arka sayfasını çevirerek gördüğü suratı çizmeye başladı. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü, ağaçlar yaprak döktü ve o an gerçeklik kendisinden utandı.

Perde kapandı, selamlar verildi.

Cordiali saluti. 



23 Mart 2023 Perşembe

Portakal dilimlerine sokuşturulmuş tarçın çubuklarının bende yarattığı gereksiz tasarım merakı

Üçüncü veyahut dördüncü gün, emin değilim..

Teoride sekizinci veyahut dokuzuncu gün olmalı lakin biraz vakit geçtikten sonra saymayı bırakıyor insan. Pek bir numarası olmayan yazılarım var kendimi bildim bileli içimde savrulan. Hiçbir vakit toparlayıp biriktirme seçeneğimi değerlendirememiştim nazarımda. Pek fazla platform buldum içimden akanları biriktirebileceğim hepsi birbirinden çok pislikle doluydu, bu mecrayı seçtim çaresizce. Günlük misali, deneme belki kısa hikayeler ve muhtemelen hiçbir vakit gönderilemeyecek mektuplar, kimi zaman vazgeçilmiş fikirlerimle bezenmiş krema olarak yarım bırakılmış romanları biriktireceğim burada. Yazmaya dair kısır değilimdir, ulaşılamayacak yollar ve söylenmeyi bekleyen sözlerim pek bir hayrandır acizliğime. Belki güzel bir tabak hazırlayamadım fakat portakal rendeledim hayal kırıklıklarımın üzerine, belki rağbet görür kendisini gerçekleştirmeye heves edip olamamışlıklar. 

Olamamışlıklarımın biriciği yazılarımdan pek bir çekinirim, benliğimden fazla olmasın. Pek övünürüm şu iğrenç estetik arzumla. Epey bayılırım gözüme hoş gelen işleri, uğraşılmış olduğu kendisini ıraktan sezdiren çabaları. Canıma tak ettiği her vakitte ya yazacaktım içimde dönenleri, ya asacaktım kendimi. Güvenli ortamımı seçtim kendimce, rahatımı bozmadım ve kıçımı sürükleyerek asmadım kendimi. Durdurdu işte yaşama istenci, can korkusu mu deniyor bilemiyorum. 

Kısacası iki sohbete olan özleminden yaşıyor bana kalırsa insan, kap biranı geç işte karşıma. Hiç tanımadığın birisi ne düşünür, nasıl direnir hayata pirüpak sunuyorum sana, daha ne? Sanıyorum çok bir numarası yok sepetime attıklarımın, çoğu çürüktür elmalarımın. Birlikte boşaltıp sepeti, hakikatle dolduralım ufaktan. Nasıl olsa her varlığını sezdiren işim gibi bu da yarım kalacak ve olmamışlıklarla bezenecek altı ilmekle mükellef. Yıkanmayı bekleyen tencere ve tavalarım, çöp kutumun yanına bırakılmış şarap şişeleri ve bir tutam rulo peçeteye sarılı haplarım var işte. Sos köpüğü olarak da tahta sandalyeye dayanmış su ibriğini ekliyorum, bu defa portakal değil de yedi ölümcül günahı rendeliyorum üzerine ve zest yapıyorum korkulardan, aroma vermesi umuduyla. Neredeyse unutuyordum terör çığlıklarını ve beşiklere dökülen kanları. Sigara yaktım onlar için yemek sonrası, geçerli sayılır mı tuttuğum yas ölen çocuklarım adına? 






#isyan-1

Sen de hissettin mi benim gibi?
Ortada bırakılmanın acısını, yakarışlarının boşluklarını, yüz üstü bırakılmayı.
Tattın mı sen de tanrım?
O etin soğukluğunu.
Sen de hissettin mi etlerime değen soğuk elleri tanrım?
Ben hissettim, kusacak gibi hissettin mi sen hiç her o günü düşündüğün zaman? 
Hafızan silinip gitsin istedin mi hiç, acı çektin mi sen hiç?

Meşgul müydün ben sana yakarırken?
Hadi beni geç, sevmiyorsun anladım ama onca can sana yalvarırken işin mi vardı da gelemedin?
Onları da mı sevmiyordun böğüre böğüre sana yalvardıklarında?
Neden kimseye uğramadın, melekler çok mu iş kitliyor yoksa sana?
Onca insan geberip giderken, kalleşçe katledilip, işkence çekerken oturup ağzının suyu aka aka yemek mi yiyordun yoksa?
Hadi devlet başkanları böyle yaptı, hadi insanlar böyle yaptı, yarattıkların bunları yaptı da sende yok muydu vicdan?
Kötülük de senden çıkmadı mı, bunu mu hakir gördün?

Yapacak daha mühim işlerin, değer verecek daha kutsal şeylerin mi vardı?
Bana sınırlı bir mantık vermedin mi, mantığını anlayabilecek kapasite yok bende. 
Kapasiteyi sınırlı verip, olmadık bir güce inanmamızı mı bekliyorsun?
Seni çekirdek çitlerken hayal ediyorum ölüm anlarında.
Mantığın her neyse, işlemedi bana bak. 
Verdiğin karardan ötürü, ikinci bir şans dilenme şimdi. 
Karşıma çıksan suratına tükürürüm yalnızca, neredeydin onca zaman?
Bana işkence çektir, beni at cehenneminin en ücra köşesine, bırak Deccali ben meydan okuyorum sana. 
Beni unut, beni bırak ortada öldüğümde, yak kazanlarda, yok et hiç var olmamışcasına
Ne yaparsan yap teslim olmayacağım beni ortada yapayalnız bırakana. 
Ne söylersen söyle affetmeyeceğim seni bana bunları yaşattığından ötürü. 
Al canımı, iki sıkımlık zaten ne dünya ne de ahiret tatları yaşat, beni gebert 
Elinden geleni ardına koyma, Deccal az kalır yanımda
Herkes gitseydi, insanlar etseydi bu kötülüğü ama sen beni yalnız bırakmamalıydın çırılçıplak vücudumla. 
Her ayaklarım yere bastığında ayaklarımdan nefret ediyorum
Her kendimle karşılaştığımda suratımı çeviriyorum 
Her konuştuğumda sesimden tiksiniyorum 
Sen gelsen karşıma, af mı edeceğim seni beni yarattın diye?
Yaratan sensin, acıyı çektiren sensin, hesap mı soruyorsun bir de benden?
Senin varlığın benim kutsal değerimdir. 
Sen iyi ki varsın, suratına tükürebileyim diye. 
İblislerin nefreti havada toz kalır benim nefretime kıyasla. 
En büyük düşmanın benim, tam karşında. 
Alsana canımı, bekletme buluşmamızı. 
Dört gözle bekliyorum yapacağın açıklamayı, suratına bile bakmadan defolup gitmeye yemin ettim ben 
Yemin ettim senden nefret etmeye, hiç unutmayacağım bizi bıraktığın halleri

Ben mi kötüyüm şimdi? 

Kötüysem eyvallah, en alasından kötüyüm

Senin varlığın veya yokluğun bir gram sikimde değil biliyor musun?

Sen öldün, ölüler konuşamazlar tanrım. 

Sen öldün, ti bacio!


Kulağını keserek, varoluşsal sancılar içerisinde ziyan olan yulaflı kek

 İyileşme günleri, çakra seansları, yoga hareketleri, var olamayış sancıları, annemi mutlu etmek için bir adım derken ramazan geldi. 

Bizim valide niyetlendi geceden, öptüm uyuttum işe gitmeden. Sabah uyandı erkenden, hazırlanırken iki çift laf ettik. Bir ton dert var iş yerinde yavrumun, mutlu etmek isteyerek sana ne pişireyim demiş bulundum. Ağzımı si.. Söz verme işte önceden ne pişireceğine, umutlandırma kadını da. Pişiremeyince ne yapacaksın diye düşünmeden atıldım. Ne pişirilecek düşündükten sonra yumurtalı karnabahar kızartması, salata yeterli olura karar verildi. Diyette güzeller güzeli kadınım, şekeri biraz fazla çıktı diye müthiş korktuğundan kısıtlıyor yediği saatleri. İlahi bir güç orada bana vahiy indirmiş, kırk günlük meditasyonla mağaranın köşesinde aydınlanmış misali sana tatlı yapayım sağlıklı bir türünden dedim. Demez olaydım sağlıklı diye, can çekişiyor şeker yaptığım kekin içinde. Elma, havuç, hurma biraz da yulaf karıştırıp mikserde çekip sağlıklı toplar yapacağım diye başladığım yolda başıma gelmeyen kalmadı tatlısını satayım. Müsli koydum yulaf yerine, benim mantığımla kurutulmuş meyve ve fındık daha tatlı yapabilirdi ürünümü. Yeter mi hiç bana, bir elma iki havuç koydum ve tam onları koyarken aklıma dahiyane bir fikir geldi. İki saniye boyunca etraf sessizleşti, havuçlar ayaklanıp saygı duruşuna geçtiler ve elmalar öyle bir etkilendiler ki fikrimden püre olmayı kendi iradeleri ile seçtiler. Dünyayı yerinden oynatacak o müthiş dokunuşu bulmuştum ya, sahip olduğum tüm zekayı bunu düşünmek için harcadım o an. Dedim ki korkunç bir öz güvenle, bal mı katsam tadı biraz eksik oldu gibi veya pekmez mi koysam güzelleşir gibi. Tadına bile bakmadan bütün bir ön yargım ile karışımın içine hem baldan hem de pekmezden koymaya karar verdim. Bu sanırım tarihin buluşu olabilir, insanlığın birincil enerji kaynağı uzaklarda ve sonlu falan değil işte tam manasıyla benim zekamdır. 


Yeter mi bu kaos bu bünyeye? Karışımın tadına baktım zehir gibi tatlı, ulen yulafı artırıyorum içerisinde kuru yemişler ekliyorum gitmiyor şekerli tat. Burjuvanın sahte estetik anlayışları gibi tatlı. Olsun dedim bari şekil vereyim bir aldım elime elimde kaldı yaptığım püre. Bal yapışkandı ya la, nasıl düşünemedik? O karışımı bağlayacak birbirine bir malzeme mi koydun ki sen bir de bal atıyorsun içine? Topçuk şeklini de veremediğimizle kaldı ama ben durur muyum? Dur işte bir yerde canını sevdiğim, durmadım işte. Bir işe başlamışım ben bu ürünü kurtarırım diye durur muyum, yarısını aldım bir kaseye. Kasede kek yapacağım göya. Döktüm içine süt, az biraz da kabartma tozu ekledim. Kendi kendime de gururlanıyorum tam o noktada, hepsini atmadım bak kabartma tozunun, matematiksel hesaplamalar da yapıyorum kendi içimde. Varsa iki nöron çarpışan beynimde bütün potansiyellerini kullanarak yumurta kır dediler içine. Elbette dinledim sözlerini ve son iki vasıf yoksunu nöronu da çarpıştırıp bir güzel karışımı çırptım. Attım mikrodalgaya beklerken bir sigara yakayım dedim. Keyfe bak, İngiltere Prensesi mutfağa girmiş sanırsın. 


Aldım küllüğü önüme mekik dokuyorum manasızca mutfağın içinde bir ileri iki geri. Hayatım boyunca yapmadığım sorgulama işini sırf mikrodalgadan gelecek bir çın sesi uğuruna, o küçücük odanın içerisinde icra ettim ben ona yanıyorum. Gözümün önünden hayatım film şeridi gibi mi akmadı dersin, yeni bir din kurmadım mı dersin, acaba tüm ürünü çöpe mi atsamlar ziyan olur yarısını topçuk mu yapsamlar peki ya kek güzel olursa eğer yaptığım topçuklar boşa gidecekler daha neler neler.. O kutsal ses duyuldu, mikrodalga çınn dedi. Açtım pişmemiş, tekrar attım bir daha dön aynı sorgulama sekansına. Bir çınn sesi daha derken 3-4 defa aynı şeyi tekrarladım. Yapışmış kenarları diye yine müthiş zekamı konuşturdum. İki nöron bu defa başka kaseye aktar ürünü eğer altı pişmediyse biraz daha pişirmiş olursun dediler. Yahu herkesin aklından saçma sapan fikirler geçer de süzgeci vardır insanın saçmalama der geçer, bende süzgeç de yok elek de sınır da komşusu da. Aktardım diğer kaseye ama altını görsen kardan adam yaparsın. Karlar kraliçesi Elsa var kodumun kekimsi şeyinde. Lan ben bunu karıştırmadım mı löpçük diye kalmış bu yumurta diye yanarken farkındalık hissiyle bunun sarısı nereye kayboldu triplerine girdim. Borderline yine vurdu beni, kaybolan yumurta sarısına ağlayacağım neredeyse beni o da terk etti diye. Sarısı da olsa kekin altında müthiş pişmiş bir sahanda yumurta olacak üstelik çevresi yulafla kaplanmış. Realizm akımı bu yumurta beyazının kekin altından haykırışlarını sanata aktarmasıyla çıktı ulan, günlük hayat o yumurtadır. Hayır sarı beyefendi madem karışabiliyorsunuz ürünün içinde, beyaz hanımefendiyi niçin yanınıza almadınız? Kee oradan atıldı yulafların karşısına "Niet, nooit, nimeer!". Bir nöron daha işsiz çıktı, geldi o ikilinin yanına beyler dedi bir fikrim var. Hazin olansa hep beraber kulak verdik o fikre.. Süt dökelim karıştıralım tekrar ısıtalım, dedi. İnanılmaz derecede bir yaratıcılık dönüyor beynimde, Van Gogh halt etmiş. Denendi güzeller güzeli abim be, o fikri bile denedik. Isıttık da, süt de ekledik, pişirdik de olmadı ne yaptıysak. Baktım ki keke falan benzemiyor bu, büyük kek kalıbında yapayım bari dedim. Malzemeler eklendikçe daha korkunç bir büyüklüğe sahip çöp yığınına dönüşüyor fakat çaktırmıyorum kesinlikle. Bütün kek malzemeleri var bu karışımın içinde, aldım ürünü eklemeler yaptım, kabuklu yumurtalar mı ararsın yamacında ne olur beni öldürün diye bağıran yulafları mı ararsın kaos oluşturdum iki dakikada. Kriz çıkarttım yemek sektöründe iki saniyede, gastronomi işlevsiz artık bu memlekette. Aristokrasinin salon sergileri gibi kekim, çok ufak ve zevksiz bir kesimin iştahını kabartıyor yalnızca. Her şeye anlam yükleyen eleştirmenler gibiyim kekimin karşısında, aslında emek var içerisinde bile diyorum çaresizce. Monet doğanın tutkusunu bulacağın yer kusmuk gibi görünen kek kalıbımın içinde duruyor uzaklara gitme empresyonizm için. 


Yahu işe başlamadan önce fırını yerinden oynatmam gerekiyor diye üşendiğimden fırını kullanmadan bir tatlı yapma işine girmiştim kendimce. Aklımın ağzına oturayım ki daha fazla iş çıkarttım kendime. Mutfak savaş alanı gibi, kaselerden hurma etleri fışkırıyor, her yere yulaf tanecikleri bulaşmış ben hâlâ kurtaracağım bu malzemeleri diye can çekişiyorum. Fırını yerine çıkartmadan evvel bütün bir tezgahı temizledim, bulaşıkları yıkadım, tezgahı güzelce kuruladıktan sonra sırtlandım fırını. Hadi bakalım, başlıyoruz dedim. Nereye başlıyorsun güzelim, pişmeyen keki yerinden söktün sen yepyeni bir kek oluşturmaya çalışıyorsun şu an. Pişmiş aşa su katmak misali, pişmiş keke süt kattım verdim fırına. Yağ atmayı unutmuş olmama rağmen öyle bir yağladım ki kek kalıbını, yağ bağırıyordu acı acı köşelerden. Aldım kaşığı, karıştırarak her şeyi düzeltebiliriz dedim. Verdim fırına, bekle bakalım hayatımın düzelmesi gibi bunu da. Kaç dakika bekledim bilmiyorum ama bir noktada tak etti canıma. Çıt çıkarttım kalıbı, üstü pişmiş ya olmuş işte diyerek. Nah çekti resmen kek bana, kalıptan çıkartırken ikinci dünya savaş gazisi gibi bacaklarını karşı cepheden topladım kekin. Bir de yüzsüz gibi direneceğim ya bu düzene, süt katıp yeniden fırına verirsen her şey güzelleşebilir. Nöronlarım o noktada istifalarını yazdılar, muhtemelen beynim kendisini uyku moduna aldı, parmaklarım içlerine kapandı, kalp bu duruma sessiz kaldı. Yenilenebilir tek enerji kaynağı benim metanetimdir bu noktadan sonra. Başta üşenmeyip markete gidip, muz alsayım ardından fırını taşımaya üşenmeseydim bu senaryo bambaşka yerlere gidebilirdi belki de. Zeki olduğumu sandığım zamanlar adına kendimden içten bir özür diliyorum, hakkımı helal etmiyorum keklere. Yumurtalı karnabahar kızartması yapacağım derken ciğerine kadar haşlanmış, ölmüş sebzeler koydum güzel annemin yoluna. Beceri dediğimizden bende var olmadığı yetmezmiş gibi onu kurtaracak akıl da pek yok. Acı çekerek can verdi yaptığım kek, sağlıklı olacağım derken kadına şekeri en saf haliyle sundum. Kalıptan çıkmayan ve kaşıkla daldığınız bir değil iki değil sanıyorum ortalama on defa pişmiş direnişçi bir kek o. 2022 Türkiyesinde bilim insanı olma hayalleri kadar kof, saça çalınan boyalar kadar saf, fırınlarda yakılan Yahudiler kadar umut dolu, nükleer bir bomba altında can vermiş bebekler kadar suçlu bir kek o. Kanıyla, canıyla, etiyle, tırnağıyla varlığını bozgunculara karşı savunmuş bir asker o. 

Beni kırmamak için mutlu gibi görünen ise annem gibi annem.. 

Giriştiğim bir işin mümkünse içinden geçmediğim günler dileği ile..

 Saygılar, yulaflı kek. 

Saygılar, Van Gogh. 

19 Mart 2023 Pazar

Şu yaşamak dediğimiz şeyi çok mu abartıyoruz ki?

İkinci gün belki de onuncu gün..

Kızılay yok, aroma katılıp boyutu küçültülen ve bir ekmek parasındaki pahalı sakızlardan yok. Yerine çiğnedikçe ağzında yapışkanlaşan ve psikopat gibi sıcak kahve ile o yapışıklığı ikiye katladığım, içinden fal çıkan o iğrenç falım sakız var, yaratıcı bir isim. Onca demleme yöntemi ve çekirdek türünü öğrendikten sonra, yetiştikleri rakıma kadar bildiğim halde muhtemel fakirliğimle doğru orantılı olarak içimdeki melek kulağıma, "Hepsi kahve işte." diye fısıldıyor, bir içim ferahlıyor. 

 Marketten aldığım ucuz granür kahvem var çeşme suyundan hallice su ile, tam kaynatmadan ısındı işte olmuştur mantığı ile demlediğim. Üşeniyorum işte beklemeye ve sabrım da taşıyor su kaynatırken, ısınması yetiyor gibi seziyorum. Kaynar sütü, yazın ortasında buz gibi bir şişe suyu kafalarına diker misali içen müşteriler gibi olamadım hiç. Espressoya bile soğuk dendi çalıştığım zamanlar, latteyi ve filtre kahveyi saymıyorum bile. Makineden yeni çıkan filtre kahveyi soğuk buluyor bu insanlar, bardakları bile üşenmeyip ısıtıyorum. Gerçi işim bu, üşensen dâhi içinden geçerler, ısıtmak mecburiyetindesin. Fakat nasıl bir ağız yapısıysa, yalnızca kaynamış bir ürün istemiyor Türk insanı, yıllarca kaynatılmış bir buhar içmek istiyorlar. Masalarına kahve makinasını taşıyıp ürünü direkt ağızlarına dökmemiz gerekiyor memnuniyetleri için. Ben sanırım ilk defa çalışırken kavradım bu insanların tatminsizliklerini. Elbette haklılardı seçici olmakta fakat gerçekten abartan dal-yapraklar var yahu. Latte söyleyip beş saat içmeyerek, fotoğrafını çok matah bir hayat yaşıyorum ben, bana bakın ve beni beğenin algısında paylaşmayı eksik etmemekle birlikte o fotoğrafı da her açıdan milyon defa çekmesi farzmış gibi davranan insanlardan bahsediyorum. 

Bir de bir ürüne kendince bir süsleme veya ekleme mi yaptın, diğer masadan şahin gibi gözler o ürünü ve tıpatıp aynısını isterler, kesinkes büyük bir acemiliktir bir ürünü süsleyip diğerlerini boş geçmek. Bir defa sıcak çikolata üzerine Marshmellow koyayım dedim çocuk içecek, mutluş olsun. Anasını satayım bütün müşteriler sıcak çikolata siparişi verip üzerine şu kamp ateşinde erittikleri zımbırtıyı istedi. Bir de minik ocağım vardı, o ocakta eritirdim kürdana saplayıp. Kafe'nin sıcak çikolatasına zam geldi, her daim o zımbırtıyı koymak mecburiyetinde kaldım o süreçten sonra. Çocuklara hiçbir lafım yok, şımarık bebelere tiltim ama gerçekten normal yaşayan çocukluklarım varlar. Onlar masum bakıyorlar ve çekinerek isteklerini belirtiyorlar zaten. O masum miniklere asla çekinmem fakat mütemadiyen kapalı ve sırf story paylaşmak için kafenin konseptini kullanan, garsonu bırak gördüğü bütün insanları aşağılamaya çekinmeyen ve göya müslüman olan yaşıtım kızlara gıcıktım ben. Sevmezdim ya ağızlarını yaya yaya konuşan zengin, muhafazakar takılıp insanlara üst perdeden hitap eden kadınları. Sorunlarım var mental manada evet, tilt olurdum herhangi bir hareketlerine, çocuk kaldım bazı şeylerde ne yapayım? Cinsiyet ile hiçbir alakası yok, mevzu sikik kişiliklerinde. Niçin çalışan insana bağırırsın ya da karşındakine iyi görünmek için aşağılarsın ki, karşısında buna şahitlik edip yine de onlarla kalan insanlar da ayrı leşler zaten. Ürünümü beğenmediysen eğer içmeden gönder geri o kahveyi bana, dipledikten sonra ay tatlım diye başlayarak herkesin uzman olduğu şu üçüncü dalga mı onuncu dalga mıdır nedir kahve bilmem nesini bana anlatma, ben işimi bilmekle mükellefim, araştırmakla mükellefim. Onca üşengeçliğime, onca umursamazlığıma rağmen sayısız makale okumuşum ben kahve hususunda, bozma sinirlerimi ne olursun. 

Kafe anılarına girdiğimde bu muhabbeti uzatmadan bırakamıyorum, binbir çeşit insan tanıdım hâlâ şaşırtabiliyorlar beni. Kimisi var saygı dolu, selam verir ve teşekkürü eksik etmez. Kimisi var ağzından cımbızla laf alırsın, iki saat ııı'layarak ancak sipariş verir, getirilen siparişe illa ki bir kulp bulur ve elbette kaçınılmazdır ki, her daim o kişinin ürünü geç çıkmıştır. Beş dakika içerisinde önüne sunulmasını bekliyor hanımefendiler makarnanın, gelmediğinde ise gecikti bu makarna diyorlar. Bütün bir kafe onlar geldiklerinde nefeslerini tutmalı, onlara hizmet vermeli ve bütün siparişleri bir kenara bırakarak onların istekleri ile ilgilenmeli gibi davranıyorlar. Yahu bir de garsonun ellerine, suratına bir bak değil mi, etrafta başka garson da yok. Demek ki bu kız şu anlık meşgul, elleri dopdolu, suratından belli kafasından binbir şey geçiyor, masanıza gelip sorduğunda düşünüyoruz diyip geri yollamışsınız kızı ve iki dakika geçmemiş aradan geri çağırıyorsunuz, bir de sizi duymadığında bağırıyorsunuz. Bu ne edep yoksunluğu? Bir sıra var, daha önceden sipariş vermiş insanlar varlar, bu siparişler makineden çıkmıyor ki makineden dâhi çıksa belirli bir hazırlanma süresi var genellikle menünün kenarında köşesinde bir yerinde yazılan. Tabii okumayı bilen insanlar için geçerlidir bu. Çok az insanın okuduğunu görebiliyorum, belki yaşadığım şehrin kitlesi böyledir. Farklı şehirlerde de çalıştım, bambaşka yerlerde de garsonluk, baristalık yaptım fakat nerede olursam olayım o menüyü okumuyor insanlar. Kocaman içinde peynir var yazıyor, default peynir kullanılarak yapılıyor makarnalar, elbette özel isteklere göre çıkartabiliyoruz peyniri fakat sipariş geldikten sonra bunun içerisinde peynir var diyor suratıma boş boş bakarak. Güzeller güzeli insanlar, içindekileri siz her sipariş verdiğinizde tek tek saymıyoruz, menü bu sebeple var. Okusanız göreceksiniz, sorsanız içinde peynir var mı benim hassasiyetim var cartı laktoz alerjisi curtu şeklinde belirtseniz söyleyeceğim. Ayrıca rica ediyorum yalan söylemeyin, içine süt giriyor diyorum benim yalnızca peynire alerjim var diyor. Hanımefendi böyle bir şey mümkün olabilir mi, peynir sütten yapılmakta bunu ilkokul çocuğu bile biliyor. "Krema mühim değil ama peynire alerjim var benim." Ben de yıllardır bağırıyorum "İntihar değil de istediğim, yanlışlıkla ayağım kayıp ölsem mesela?" 

Yahu yoğurtlu bir tatlımız vardı, isminde yoğurt geçiyordu, masasındaki qr'ın üzerinde kocaman o yoğurtlu tatlının fotoğrafı vardı götürdüm ve "Bunun içinde yoğurt var, yiyemem ben." dendi suratıma. İçerideki fırına kendimi atmak ve ben aromalı pizza yapmak istedim etlerimden. Beni doğrayın diye daldım mutfağa, doğrayın beni ne olur. Salak değiller bence bunlar tarikatlar, çalışan sabrını test etme deneyi yapılıyor dünya çapında. Her kafeye, her gün istisnasız bir adet normal görünümlere bürünerek gizlenen ajan doktor gelerek çalışanların sınırlarını zorlayarak sonuçlarını not alıyor. Bunlar, Mondros maddeleri gereğince uygulanıyor mu acaba diyen Amerika ajanları misali dolaşıyorlar etrafta ve kim gerçekten eziliyor sınırlarını sorguluyorlar. 

Çok fazla hatıra var anımsayamadığım, sinirle hatırladığım, hoşnut olduğum aklıma düştüğünde. Genel olarak affetmiş buluyorum kendimi hayatıma girip çıkmış herkesi, elbette kendimi de affettim her hususta hatalı taraf ben olsam bile. Algım başka çalışıyor dedim ya insanlar arasında, üç tekila shot içmiş halleriniz gibi düşünün beni alkol toleransınız düşükse. Fazla histeri, fazla sinir, bir tık fazla stresle dolu bir kutunun esnekliği diğer insanlara kıyasla bir tık daha fazla gibi düşünebilirsiniz borderline hastalarını. Bütün hisleri bir köşeye toplasalar ve buna karşı reaksiyonlarını ölçseler borderline biri elbette algı olarak daha fazlasını taşıyacaktır bünyesinde. Kendimi avutma çabalarım bunlar, borderline bok yiyor vallahi ben masumum. Bu durum depresyona ve çeşitli yeme bozukluklarına da yol açıyor, öyledir zaten zincir gibi peşinde sürükler diğer mental rahatsızlıkları bazı hastalıklar. Şimdi birinden vazgeçsem diğeri bana alınacak bu sebeple bırakamam hiçbirini, hepsi çocuğum gibi. Bünyem doldu taştı artık zincirin halkalarına yeni şeyler eklendikçe ekleniyor, ben hâlâ kimse gücenmesin derdindeyim. 

Keşke hissettirebilsem sözlerimle hislerimi, öyle yetenekli değilim. Nazım yapmış ama iki şiirinde, çok gönlüm kayar o şiirlere. Şiir okumayı da pek severim, ne hoş tarifler olarak gelir bana hislerin açıklamaları. Belki o düşünce ve hislerle yazmamışlardır fakat benim aldıklarım çok güçlü şeyler o sözlerden. Yalnızca Nazım değil bir sürü yavuz kalemden çok güçlü hisler sezdim yıllarca, edebiyat sevmememe karşın şiire hep başka bakmışımdır. Çoğu insan edebiyat parçalamak olarak görür, hoşlanmaz abartı sözlerden. Bayıla bayıla okurum bazı şiirleri. 
"Çok yorgunum, beni bekleme kaptan. Seyir defterini başkası yazsın. Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. Beni o limana çıkaramazsın!" 

"En güzel günlerimin üç mel'un adamı var. Biri sensin, biri o, biri ötekisi. Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi. Sana gelince, ne ben Sezarım, ne de sen Brütüssün. Ne ben sana kızarım, ne de zatın zahmet edip bana küssün. Artık seninle biz, düşman bile değiliz."

Elbette biri Cem Karaca'nın seslendirdiği bir şarkının da sözleri olması sebebiyle özel bir bağ kurduğum şiirlerden lakin sözleri boş değildir. İkinci alıntım sanırım en sevdiğim şiirden diyebilirim. Bu sondaki affedişler, hayatıma denk gelip bambaşka yolları olan onca insanla kesişmelerimi anımsatır bana. Birbirimize karşı hissettiğimiz hiçliği çok güzel tarif eder. Kesişirken düşünmeyiz de bunları, yollar ayrıldıktan sonra pek bir mühimseriz. Satmayın birbirinizi, affedin gidenleri. Geri gelmeyecek olanı ve hiç gelmeye niyetlenmeyenleri. Sevdiklerinizi ve sevmediklerinizi. Kırgın ayrılmayın veya kin biriktirmeyin artık hayatınızda olmayanlara. Beni kesinlikle örnek almayın, ayrılık vakti geldiğinde manyaklaşırım ben. Sonradan aklım başıma gelir ve kabullenirim, bırakırım bu kini lakin ayrılık vakti zulüm gibidir, gerçekten şaşkınlaşırım. Ne yapayım aşamadım terk edilme korkumu. Yalnızlığa da alıştıktan sonra biri sizi o kabuğunuzdan çıkarıyorsa ve bir süre sonra tekrar yok olmayı seçerek sizi o yalnızlık kabuğunuza yeniden bırakıyorsa kırılabiliyorsunuz, çatlayabiliyorsunuz, mahvoladabiliyorsunuz şaşırtıcısı. Hâlbuki başladığın noktadasın, biraz daha fazla anı biriktirmiş bir hâlde yalnızca. Özlüyorsun işte o hâllerini, güvenebilmeyi belki birilerine. Yine gece oluyor ve sen uyuyamadığın vakitlere geri dönüyorsun. Biliyorsun bu acı sonlu değil, mutluluğun ise sonlu idi ve sonlu olmaya mahkum idi. Mutluluk bir andı çünkü, o an gelip geçen bir illüzyondu fakat acı öyle değildir. Acı bu sebeple daha fazla şey inşaa edebilir, onun vakti boldur bir defa. Yüreğim daha bir meyillidir acı melodilere. Aşk gibi sanırsam mutluluk, anlık. Aşkın içinde taşıdığı diyalektiği seviyorum açıkçası, acı tarafı sonlu değil cuşka biber misali bir noktada bir çıkış yolu yakalar kendisine büyük olasılıkla tuvalette veya sokaklarda. 

Bu kadar aşk, sevgi ve ilişkiler hususunda yazma sebebim yakın zamanda da bahsettiğim sınırlarımı çizemediğim kişiye olan meyletmelerim dolayısıyla kendimle epeyce çelişmelerim. Bende travma yaratmış birinin içimdeki melekte oluşturduğu bolca hakaretlerle bezenmiş salak olduğum söylentileri. Elbette salağım fakat boş yere meyletmiyorum tecavüzcüme, bahanelerim var bekleyin. Travma döngüsüdür bu, acı ve hatalar tekrarlanmaya meylederler. Beynim yaşadığı hataları tekrar başka bir senaryo ile önüme sunar ve düzeltmemi bekler benden. Yeniden yaşatarak kendisini kehanetler beyinde bu durumu çözebilirim ben güdüsü oluşturur. Farkındaydım elbette çözemeyeceğimin, yardım edemeyeceğimin o kişiye lakin tecavüz benim için bile büyük oldu bir miktar. Fazlasıyla değer verdiğim, kendimi müthiş değersizleştirdiğim bir insandı. Yanlışlıkla ölmek için yalvarıyordum her gün, boş yere ağlama, sebebin olsun tokadı attı işte suratıma o şahıs. Bilmiyor ki ben bu tokatları hayatım boyunca yedim, o da attığında bir şeyi mi değiştirecekti sanki? Taşıyabiliyorum ben bu yükleri diye hammal olmaya ne hacet?  Milyonlarca bahane de sunsam salak olduğum gerçeğini değiştirmiyor zaten. Kesmedim biletini, hayatımda tuttum onca saygısızlığına rağmen. Kabul ediyorum memur bey, suçlu benim, mağdur benim, hapsolan benim ve hapseden yine benim. Tekrar iki alıntı yapacağım bu noktada sanırım çok değer verdiğim birinden.

"Bir şeyin sonu iyiyse o şey iyidir, bir şeyin sonu kötüyse o şey kötüdür."

"Gecikmiş adalet, adalet değildir."

Bugüne has sanırım bu alıntı yapma isteğim, borderline'a bok atacağım yine. Okuduğum şiirlerden ötürü üzerime aldım diyelim şairlerin acılarını empatimsi bir hevesle. 

Bu noktadan sonrası edebiyat parçalamalarından oluşuyor. 
 (Sanki edebiyat parçalamaktan başka bir şey yapıyormuşum gibi bir de uyarıda bulunuyorum.)
Hislerimin hakimiyet sürdüğü, Kee'nin fikirlerimin kontrolünü eline aldığı, natürmorttan hallice ellerime çizdiğim çizgiler gibi, ninni gibi bir süreç olacak diye sanıyorum. Kendimi düzeltmeye kesinlikle çaba göstermeyeceğim, problem de bu. Bitiremediğim çabalarım, bir sonuca ulaşmamış hislerim. Belki yatağımdan dışarı çıkabilseydim düzeltirdim kendimi desem de yıllar geçmiş düzelmemiş ki bu bünye. Güneşi sevmeyen, uyuyamayan, emekleyip emekleyip bir yere gelemeyen, kimseye sesini duyuramayan ve acı içerisinde çürüyen benim gibi başkaları da varlarsa eğer ki olmaları çok muhtemel, gelin dertleşelim başka işimiz mi var sanki? İnsan da sevmem hâlbuki, rahat değilimdir yanlarında yörelerinde. Yazı yazarken güzelim, yazarken başarılı hissediyorum, yazarken güçlü ve kontrol elimdeymiş gibi oluyorum, ateistlerin tövbe haşaları gibiyim. Heh bir de apateist varmış ki tanrıyı kapıdan kovarlarmış, onlar da benim. Çizerken de bir şeyler yaratıyor gibi insan, bomboş kağıda attığın çizgiler can buluyor, birbirleriyle karıştıkça, sen kaosa destek verdikçe güzelleşiyorlar sanki. Tek başına da manalıdır çizgiler. Dümdüz veya yamuk yumuk sayfaya attığım tek bir çizik bile değerli hissettirir. Yazarken ise benden bağımsız gibi ellerime dökülen sözcüklerin bana verdiği güce taparım. Bağımlısıyım bu hislerin, tanrının bir parçasıysa şayet bu hislerim en narsist benim. Elbette mantığımla baktığımda tanrının tabiiki de özel bir şey olacağını anlamayacak kadar salak değilim. Lakin anlamak ve kavramak başka şeylerdir. Hissetmek ve içselleştirmek tanrının sahip olduğu özellikleri kendi içinde, o denizden alınan su taneciklerinin sana denizi "hissettirmesi", yine tekrar ediyorum "anlatması" değil, "hissettirmesi" gerçekten tapılası güzellikte. Hayatın bir manası yok diyen birine göre fazla tanrı referansları buluyorum içimde. Hislere güvenmeyi kestim attım, duyular yalancıdır, duygular sahte dememin ardından duyguların ne kadar kutsal olduklarına karşı methiyeler düzüyor olmam da bendeki dualism, bendeki borderline, bendeki manyaklık olsun diyelim, mazur görülsün. Ne dindar, ne dinsiz, ne teist, ne ateist, ne nihilist, ne absürdist, ne de pure bir ekspresyonist. Hiçbiri değil, hepsini bünyesinde taşıyor. Kar yağışına, güneşin hareketlerine, ışıl ışıl parlayan yıldızlara hem güveniyor hem de bomboş bir karanlığa baktığını da biliyor. Aldatıcı dünya onu da alıyor kıskacına, aldanmayı arzuluyor. Gerçekleri de göz ardı edemediği için aldatıcı olduklarının da farkında. Aldatıcı dahi olsa güzelliği büyülüyorken bu aşktan vazgeçemem diyor kibrinden. Sesini bastıran pek fazla dış sese maruz. Fısıldasa bile kendisinden daha fazla duyulacak insanların etrafında kıvranıyor acısından. Anlaşılmayı diliyor saf bir hâlde, saflığına övgü parçalayan ahmaklarla karşılaşıyor yalnızca. Haykırışlar da anlamsızlıklar da bütün bu mana da boş yere diyor içinden. Kee gidebilirsin artık uyumaya, Aden'e devredeceğim bütün sorumluluğu ve gideceğim sanırım seninle birlikte uyumaya.

 Takatim kalmadı artık, pes etmeme ramak kaldı. Bu tiyatro oyununu ben yazmıştım kim çekti perdeleri suratıma? Gücüm yok nefes dâhi almaya, uykumda yarattığım ve daha enerjik olduğum anları istiyorum yamacımda. Beş sene koydum kendime, "Ubermensch" der dururum intiharımı geciktirme amacımda. 
Son defa bir alıntı yapayım madem alıntı yapasım var bugün epeyce. 
"Oynamaya heves ettiğin şeytanları, yenemezsin."





#hep dudaklarımı parçalıyorum

Bir rüya gördüm bugün. 18 Şubat, salı.  Yıl önemsiz, saat de yerinde durmuyor zaten.  Sıcak bi suyun içinde, kavrulan etlerimden buharlar yü...